Genç bekar Marion Crane’nın evlenme hayali kurduğu erkek arkadaşı Sam’in yığınla borcu vardır. Evlilik fikrine yanaşmaz. Marion ise sevdiği tarafından saygınlık görmek ister. Bu da evlilikle mümkündür. Evlenmesi için Sam’in borçlarından kurtulması gerekir. Paraya ihtiyaç vardır. Marion çaresizdir. Para yoktur. Bir öğleden sonra Marion’ın çalıştığı ofise zengin bir iş adamı gelir hem de nakit 40,000 dolarla. Yaşlı adam eğilerek Marion’a “Parayla mutluluğu satın alamazsın ama parayla mutsuzluktan kurtulabilirsin” der. Marion’ın da yapacağı budur. Sam’in evine gitmek üzere arabaya atlarak, parayla beraber şehri terk eder. Yolculuk uzun ve sessiz geçer. Fakat patronunun ve iş arkadaşının parayla beraber şehri terk etmesiyle ilgili yapacakları muhtemel dialoglar kafasından bir bir geçer. Endişelidir. Polis tarafından takip edildiğini düşünür. Ama, Marion arabayı sürmeye devam etmelidir. Elleri sımsıkı direksiyondadır. Korku gözlerine sinmiştir. Geceyi geçirmek için kalacağı hotele gelene kadar en derin korkunun bundan ibaret olacağını sanacaktır.
Robert Bloch 1959’da yazdığı romanından 1 yıl sonra Hithcock tarafından sinemaya uyarlanan efsane klasikten bahsediyorum. Psycho. Hithcock’un ilk gerçek korku filmi. İlk kez yayınlanan seks ve şiddet içerikli film olarak geçiyor. Ayrıca, ilk kez bu filmde bir tuvalet sahnesi ses ve görüntüsüyle sinema perdesinde gösterilmiş. 1998de ise film bir iki detay harici senaryosu aynen alınarak, bu sefer Gus Van Sant yönetmenliğinde, Vince Vaughn, Anne Heche, Julianne Moore gibi ünlülerle çekilmiş.
Sapık, üç bölüme ayrılarak, geçmiş üzerine kurgulanmış bir film . Zira ilk bölüm, Marion’ın yüklü parayla şehri terkettiği, polis tarafından takip edildiğini zannettiği, filmi ilk kez izleyenlere ‘Acaba sapık, polis mi?’ dedirten anlardan ibaret. Filmin ilk dakikaları, gelecek sahnelerle ilgili hiçbir ipucu vermiyor diyebilirim. Fakat fondaki müzik tam bir felaket habercisi. Bir şeylerin ters gideceği belli. Bates hoteline yolu düşen Marion, öncelikle 12 odası boş olan bu otelin sahibi Norman’la tanışıyor. Dört duvarı, içi doldurulmuş kuşların asılı olduğu Norman’ın ofisinde ikiliyi sohbet ederken görüyoruz. Norman, ölü kuşların içini dolduran, oyuncaklarını saklayan bir adam. Geçmişte takılmış, en yakın dostu olarak annesini belleyen, dışarıyla sosyal teması olmayan bir yabancı. Norman’nın ruhsal durumuna dair ipuçları çok bariz. İkili arasında geçen konuşamlarda sapığın Norman olacağına dair bahisler ekran karşısında oynanıyor. Marion, Norman’nın söyledikleri karşısında geriliyo haliyle. Daha da ileri gidip Norman kuşların pasif doğasından bahsediyor ve karşısında yemek yiyen Marion’a bakarak bir kuş gibi çok yediğini söylüyor. Burada ufak bir anekdot: Marion’ın soyadı tuna kuşu anlamına gelen Crane. Bu ofis sahnesi, filmin dönüm noktası olmasının dışında, iki karakteri aynılık ve farklılıklarıyla bir araya getidiğini düşündüğüm bir sahne. Zira Norman gibi annesini en yakın dostu olarak bellemiş bir karakter, Marion gibi çekici bir kadınla hayatında belki ilk kez böyle bir platformda karşı karşıya. Sevgilisinin peşinden giden Marion da 60ların erkek egemen toplumundan sıyrılıp, geldiği bu şehir dışı otelinde ilk kez para sahibi, güçlü bir kadın imajıyla tanımadığı bir erkeğin karşısında. Bu iki karakterin ortak özelliği, gerçeklikle bağlarının kopmuş olması. Marion, erkek arkadaşı Sam’i evlenmeye ikna etme çabasıyla 40,000 dolar ile yola düşer fakat Sam’in karısından boşanmış mı boşanmadığı mı olduğu bir muammadır – ki bunu filmin ilk sahnesinde Sam’in “eski eşi”nden bahsettiği sahnede duraksayıp, yüzünü pencereye dönmesinden anlıyoruz. Marie Samuels ismiyle otel’e kaydını yaptırmasıyla da adeta seyirciye verilmek istenen bilinçaltı mesajı. Norman’a bakarsak, gerçeklikten kopmuş olduğu su götürmez bi gerçek ki filmin sonunda Norman’nın saplantılı bir çocukluk geçirdiği de açığa çıkıyor. Birinci bölümde adım adım işlenen film, Marion’ın dillere destan duştaki öldürme sahnesiyle filmi ikinci bölüme taşıyor. Dedektifin ölümü ise üçüncü bölüme.. Film, Marion’ın erkek arkadaşı ve kız kardeşinin otele gelerek, Norman’ı ‘Psycho’ haliyle yakalamalarıyla noktalanıyor. Son sahne de Norman’nın kapatıldığı odada yaptığı içsel konuşmalarda ruhsal durumunun boyutlarını apaçık gösteriyor. İçindeki anne karakterinin artık Norman’nın kendi karakterine baskın geldiğini görüyoruz. Psycho konulduğu o oda da adeta son nefesini verir gibi, son bakışıyla ‘Perde!’ diyor.
Geçenlerde, bu filmin Gus Van Sant uyarlamasını izledim. Müzik aynen kullanılmış. Turuncu ve yeşil renk tonları filme ayrı bir gerilim vermiş. Fakat, orijinal senaryoya tamamen bağlı kalınmamış. Yapacaklarsa keşke değiştirmeden tam yapsalarmış demeden edemedim. Orijinal Psycho filmini tabi ki tartışacak değilim; Hitcock elinden çıkma bir yapım ve bu filmin muhteşemliği için yeterli bir sebep. Oyunculara baktığımda, Norman karakterinde ince uzun boylu, yumuşak yüz hatlarıyla Anthony Perkins, uyarlamasında ise tam tersi cüsseli, masküler ve çekici bir görünüme sahip, komedi filmlerinden görmeye alıştığım Vince Vaughn. İki oyuncu da karakterin hakkını veriyordu. Fakat, Anthony Perkins’in son yakalanma sahnesindeki içinden adeta canavar çıkmışçasına kıvranması ve izleyiciye o gerilimi direkt verebilmesi gerçekten çok iyi bir oyunculuk örneğiydi. Tabi buna Hitchcock’un ustaca kullandığı kamera açılarını da eklemeliyim.
Evet benim favorim orijinal sapık. Ya sizinki?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.