Bakınız için yazan: Gökhan Yücel
Antik Yunan’da Decimus Junius Juvenalis tarafından söylenen ve “gözcüleri kim gözlüyor?” anlamına gelen bu söz, kendine nükleer savaşın sınırında bir paralel gerçeklikte, tüm duvarlarda yer buluyor.
“Gücü elinde bulunduranlardan kim hesap soracak?”, Watchmen’in karanlık dünyasında kaybolurken içten içe sorgulamadan edemeyeceğiniz bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.Provokatif çizgiroman yazarı Alan Moore’un elinden çıkan ve kayıp gitmekte olan bir dünyayı resmeden Watchmen, insanın ne olduğunu sorgularken bir yandan da kahramanlık kavramını didik didik ediyor.
Eseri, türünün diğer sıradan örneklerinden ayıran da bu zaten… Bir süper kahraman distopyası olarak da değerlendirilebileceğimiz Watchmen, paranoyak toplumların en büyük korkularını süper kahramanları kullanarak gözler önüne seriyor.
Ama filme girmeden önce, isterseniz Watchmen’in çizgiroman dünyasındaki yerini inceleyelim. 80lere kadar amerikan çizgiroman tarihinde görülen kahramanlar neredeyse hep mükemmeldiler. Klasik giriş gelişme sonuç örgüsüyle üretilip tüketilen bu eserler, belirli bir ihtiyaca yönelik fabrikasyon bir anlayışla piyasaya sürülüyordu. Comic strips kültüründen üreyip kendine daha geniş okuyucu kitlesi bulan bu tür, 1986-87 yıllarında Frank Miller’ın The Dark Knight Returns’ü ve Alan Moore’un Watchmen’iyle kendini birden bambaşka bir noktada buldu. Ortalama bir okuyucunun altında ezileceği düzeyde detaya haiz örnekler (ki graphic novel olarak anılmaya başladılar), zaten buna dünden hazır bünyelere ilaç gibi gelerek bu mecrada devrim yarattı.
Bu noktada comic book ve graphic novel arasındaki ayrımın iyi yapılması gerekiyor. Superman, spider-man gibi pop kültür süper kahraman eserleri comic book iken, daha derin ve özgün içeriğe sahip; görsel olarak da farklı ele alınan işler (Sin City, Sandman, 300 gibi…) graphic novel sınıfına giriyor diyebiliriz. Watchmen, bu yeni neslin ilk habercilerindendi.
Gerçi günün birinde çizgiromanların sinema endüstrisinin başucu kitapları olacağını bekliyorduk ama bu kadar hızlı olacağını tahmin etmiyorduk. From Hell, Stardust, The Crow, American Splendor, 300, A History of Violence ve Sin City gibi uyarlamalarla zirve yapan çizgiromanlar her yıl daha da güçlenerek geliyordu ki, sıra Watchmen’e geldi. Daha önce Terry Gilliam ve Darren Aronofsky gibi yönetmenler tarafından uyarlanmak istenen proje en sonunda, 300’ün yavaş çekimde yaşadığını sandığım yönetmeni Zack Snyder’ın elinde kaldı.
Zaten filmin 300’ün yenilikçi yönetmeninden olduğunu anlamak için ilk aksiyon sahnesine kadar beklemeniz yeterli. Slow moları kaçırmanız imkansız…
Açıkçası 300 katledildiğinden beri Zack Snyder’a içten içe beslediğim bir düşmanlık yok değil. O nedenle filmi belirgin bir önyargıyla izlediğimi ve birebir adapte edilmiş sahnelerden (ki normalde severim) uzunca bir süre pek haz etmediğimi söyleyebilirim. Derdi olan çizgiromanların, özellikle uyarlamalar söz konusu olduğunda farklı bir noktada durması gerektiğine inananlardanım. Watchmen’in çığır açan yanlarından bir tanesi okuyucuyu bembeyaz dişli, pırıl pırıl süper kahramanların yapmacık dünyasından çıkarıp gerçek dünyanın arka sokaklarına taşıması olmuştur. Gönül isterdi ki görsel dilde ya da en azından hikaye anlatımında bu realizmin etkileri görülsün…
Ama yiğidi öldürsek de hakkını vermemiz gereken bazı durumlar var. Öncelikle Watchmen çoğu uzmana göre (ki eserin sahibi Alan Moore da bu ekibe dahil) sinemaya uyarlanamayacak bir eser. Bunun iki nedeni var: birincisi çizgiroman mecrasına özel üretildiği ve etkisini bu mecranın özelliklerini kullanarak verdiği için filmde aynı detay ve derinliğin yakalanamayacağı endişesi, ikincisiyse son derece kompleks ve katmanlı bir senaryoya sahip olması. Öyle ki, çizgiromanın içinde yer alan ve Watchmen hikayesiyle paralel olarak ilerleyen “Tales of the Black Freighter” adlı bir çizgiroman daha var… ki o da Gerard Butler’ın sesiyle animasyon olarak pek yakında geliyor…
Ancak tüm bu yorumlara rağmen neredeyse her şey 160 dakikaya verimli bir şekilde sığdırılmış. Genel olarak tona çok uyanamasanız da konudan pek bir şey kaybetmiyorsunuz. Zaten sahnelerin çoğu çizgiromanla birebir aynı (ki böylesi daha güvenli). Gerçi sonu farklı ama kötü değil.
Karakterler % 80lik bir başarı oranıyla cuk oturmuş diyebiliriz. Özellikle Rorschach göz yaşartıcı. Filmle ilgili en büyük başarılardan biri de, karakterlerin çıkış hikayelerinin iyi işlenmiş olması. Gerçi bu kısımlar, ‘86da sadece 6 fasiküle yeten içeriği 12ye çıkarmak için ekleniyor ama yine de güzeller tabii. Dahası film şahane bir jenerikle açılıyor.
Müzik kullanımı açısından ne yazık ki son derece pahalı ve başarısız bir çalışma söz konusu. Potbori tadında seçilmiş müzikler özellikle kapanış şarkısıyla insanının kanını donduruyor. Ama genel olarak score başarılı.
Oyunculuğa gelecek olursak, çoğunlukla iyi kotarılmışlar. Rorschach (Jackie Earle Haley), The Comedian (Jeffrey Dean Morgan), Dr. Manhattan (Billy Crudup) ve Nite Owl (Patrick Wilson) gayet olmuş diyebiliriz. Ne yazık ki, aynı şeyi Ozymandias için söyleyemiyorum. Bir süper kahraman parodisine benzeyen kostüm, filmin tüm can alıcılığını neredeyse bir sünger gibi emiyor.
Nihai olarak film iyi kotarılmış olmasına rağmen mesajını tam olarak verebiliyor diyemiyoruz, zira çizgiromanın politik vuruculuğu yüksek sesli özel efektlerin arasında kayboluyor.
Neyse efendim, Watchmen filmiyle, çizgiromanıyla açtığı gibi bir çığır açamıyor ama belki açması da gerekmiyor. Böyle düşünüyorsanız, sizi çok güzel bir film bekliyor; zira 3 saat boyunca cayır cayır efekt var.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.