U2’dan “All I Want is You” ve koyu bir kahve eşliğinde alınız…
1990lar tüm pespayelikleriyle beraber naif hayallerimizi yüklendiğimiz yıllardı. Depresyon hırkası, grunge, Kurt Cobain, Pearl Jam, walkman ve hatırlanması gereken onca şeyle beraber zihinlerimize silinmemek üzere kazındılar. İyi film izleyebilmek de sıkıntıydı o yıllarda, internetin pek yaygın olmamasından mütevellit bizim de izleyebileceğimiz filmler, fazlasıyla tv kanallarının keyfine bağımlıydı. Bundan dolayıdır ki pek mühim bir anı olarak kaldı akıllarımızda Parliament Sinema Kulübü’nü beklediğimiz akşamlar. Pazar geceleri, üzerimizde ertesi günkü okulun melankolik stresi bir yanda, diğer yandaysa harıl harıl yanan soba eşliğinde, salonda yerimizi alır haftanın filmini beklemeye başlardık.
Şimdi bahsedeceğim film de fazlasıyla bu döneme ait. Romantik mi, komedi mi, hüzünlü mü, gençlik mi, yetişkinlik mi… tam da belli olmayan bir türde. Yönetmen koltuğundaki Ben Stiller aynı zamanda filmin önemli rollerinden birini canlandırıyor. Pek tabii ki Ethan Hawke ve Winona Ryder’ın arkasında kalmayı dert etmeden filme renk katıyor. Hayallerinin peşinden koşanlar ve koşulacak bir hayale sahip olmadığına inananlar adına bir film diyebiliriz. Asıl uğraşı konusu olan insan ilişkilerinin arka fonunda da üniversite sonrasında (hemen hepimizin yaşadığı) çıkmaza değiniyor film. İşte bu sebeple de yapımından 15 yıl sonra yeniden incelenmeyi hakediyor. Amerikan gençliğinin de bizden çok farklı olmadığını öğreniyoruz bu filmle beraber. Tonlarca işsiz üniversite mezunu, okuduğu bölümden alakasız işlerde çalışan mutsuz insanlarla beraber turnayı gözünden vuruyor Reality Bites. Evet, bunlar gerçekler ve gerçekten acıtıyorlar.
Acıtan gerçekler bir kuple gencimiz üzerine uygulanıyor. Ya da bu deneyimi milyonlar yaşıyor ama biz bu gençleri izliyoruz. Troy ismini taşıyan ve bu ismin ağırlığını kaldırabilecek kalifiyede yaratılmış bir karakterimiz var başköşede. Heidegger okuyor, felsefi konuşuyor, umursamadan yaşıyor ve 90ların beat kuşağına dair ne varsa üzerinde taşıyor. Tüm bunların üstüne de gidip gelen hayatında mutlu olabilmeyi ya da en azından sızlanmadan yaşamayı başarıyor. 5 dakikaya sığdırılmış, sigara-kahve ve keyifli muhabbet ‘troy’kasıyla da kayıtsız keyif anlayışını taçlandırıyor. Diğer yanımızda da gerçekler duruyor, can yakan gerçekler; hele siz, gerçekler dünyasında yaşamak istemeyecek kadar dürüstseniz kendinize karşı. Troy, okul sonrası yaptığı hiçbir işi devam ettirememiş, sahip olduğu potansiyeli insanlara pazarlamaktansa kendi içinde eritmeyi yeğleyen, kurduğu afilli cümleler, okuduğu ağır kitaplar ve kendi içindeki dinmeyen arayışıyla filmin en ağır karakteri. Filmin en iddialı olduğu güçlü diyalogların da ciddi bir bölümü onun repliklerinde yatıyor. Geri kalanını da idealist kızımız Lelaina üstleniyor. Okul birincisi ama dağınık, hayalleri ve gerçekler arasında kalmış bir yaşam çizgisi üzerinde durmaya çabalayan Lelaina filmin diğer baş karakteri (forever Winona). Atlamadan söylemek gerekir ki, Lelaina’nın çalıştığı aptal ötesi tv şovundan kovuluş şekli kaçınılmaz bir şekilde Donnie Darko ve Patrik Swayze’yi hatırlatıyor. Tüm bunlar üzerine de en gerçek ama en absürt karakter, her daim kaybeden ve kazanan yuppie rolüyle Ben Stiller giriyor devreye. Filmin en berbat karakterini canlandırıp, Troy’u yüceltirken, hikayeyi rayına oturtuveriyor. Pek tabii Troy’dan yediği onca laf ve bunlar karşısında binbir çeşide giren suratıyla, gerçek hayatın kaçınılmaz kaybedenlerine bir film süreliğine de olsa zafer yaşatma mütevaziliğini es geçmiyor .
Hayatta sürekli lineer bir doğrulukla yürümek bizi varmak istediğimiz noktaya ulaştırmıyor. Lelaina tüm mesaisini harcadığı projesinin aslında hayallerine değil, bir parçası olmak istemediği popüler kültüre hizmet ettiğini acı bir şekilde farketiğinde anlıyor bu gerçeği. Hayaller kuruyoruz yaşamak istediğimiz dünyaya dair. Ya bir şeyler yapıyoruz ve tökezliyoruz ya da Troy’un yaptığı gibi sadece her şeyi uzaktan izliyoruz. 90lı yılların generation x trajedisini en iyi tanımlayan karakter de Troy oluyor tüm bu pasifliği ve kafa karışıklığıyla. Diğer tarafta tam karşısında her şeyi kitabına uygun yapmış, yine aynı yaşlarda ama şık elbiseleri, pahalı arabası, fiyakalı işiyle Michael duruyor. Tüm bu gençler neyi temsil ediyorsa Michael da onların tam karşısında duruyor. Asıl gerilimi yaratan noktaysa, gerçeklerle yüzleşmeye kararlı olan Lelaina’nın Troy’dan Michael’a, beatten popülere, maneviyattan maddiyata attığı adım oluyor. Her zaman için çekici olmuş fakir bir yarı-tanrı yolun bir tarafında dururken, fikirsel olarak içi boş, derinlikten uzak ama Troy’dan farklı olarak kafası karışık olmayan, düşündüklerini uygulayamaya hazır ve dahası bunları uygulayacak gücü olan Michael bir diğer tarafta duruyor. Lelaina’nın iki erkek arasında kalmış olan seçimi aslında karar vermesi gereken yaşam biçimine karşı da bir seçime dönüşüyor. Hayat acımasız gerçeklere karşı, bireylerin kafası karışık tıpkı Troy’un Lelaina’yla ilk seviştikleri gecenin sabahında olduğu gibi. Lelaina güzel görünene karşı bir adım atıyor. Troy gittikçe gözden kayboluyor. Lelaina, yolun Michael tarafına iyice yaklaşmış olduğunda farkediyor ki, tüm o kafa karışıklığının çözümü Michael ve vaad ettiği hayat değil. Yaşayabilmek için tonca saçmasapan şey yapmakla, yaşayabilmek için hayatınızdaki en değerli şeyi feda etmek aynı şey değil. İşte o anda gerisine dönüyor ve asla emin olamadığı ama aslında hiç bırakmak istemediği kişiye, hayata, yaşam biçimine doğru bakıyor…
Tüm 90lı yıllarla beraber hayal ettiklerimizle, kaybettiklerimizle, kabullenmek zorunda kaldıklarımızla bize çok şey hatırlatan bir film elimizdeki. Belki çoğumuz küçük birer Michael olmanın yolundan gittik. Asla Troy kadar gösterişli, umursamaz olamadık. Belki hiçbirimiz Lelaina kadar sonuna yaklaşmışken, kafamız karışıkken doğruyu (istediğimiz) seçecek kadar şanslı olamadık. Ama hayal ettik, öyle olsun istedik, öylesini tasarladık. İşte Reality Bites da tüm bu hayal ettiklerimize dair naif bir film. Şüphesiz öyle ki; onca yıl sonra tekrar bir göz atmayı, üzerine konuşmayı hak ediyor.
Filmin sonunda “pişmanlık gezegeni omuzlarımın üzerinde duruyor.” der Troy (hemen karşısında duran Lelaina’nın kolunda da sanki casio f91 vardır.) Biz de istemsiz bir şekilde kendimize sorarız içimizden: Pişmanlık gezegeni hangimizin omuzları üzerinde durmuyor ki?
Son olarak, ironik kelimesini tanımlayabilir misiniz?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.