Yazı üçüncü paragraftan itibaren Red Sparrow’la ilgili spoiler içerir.
Daha önce Hunger Games filmlerinde çalışan Francis-Jennifer Lawrence ikilisini bir kez daha buluşturan Red Sparrow yıllarca CIA’da görev aldıktan sonra emekliye ayrılınca deneyimlerini romanlaştıran Jason Matthews’un aynı adlı kitabından uyarlandı. Aslında Fox filmi yıllardır perdeye aktarmaya çalışıyordu. Yönetmenliği önce Darren Aronofsky’e, daha sonraysa David Fincher’a teslim etmişti -Fincher da başrolü Rooney Mara’ya paslamıştı-. Fakat Fincher da filmi çekmekten vazgeçince proje, Lawrence’ların olmuştu. Hunger Games‘de gençlere dönük bir öykü anlatan Francis Lawrence bu kez pek çok şiddet sahnesi, çıplaklık ve cinsellik içeren, yetişkinlere dönük bir öykü anlatıyor. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyor. İki saat yirmi dakika süren film balerinken ayağı kırılınca amcası Vanya’nın (Matthias Schoenaerts) zorlamasıyla ajan olan Dominika’ya (Lawrence) odaklanıyor.
Soğuk Savaş dönemini fon alan diğer Hollywood filmlerinin aksine odakta Amerikalılar ve CIA değil, Sovyet Rusya, KGB’nin o dönemdeki hali olan SVR ve Rus ajanları yer alıyorlar. Her ne kadar Amerikalı ajan Nate’le (Joel Edgerton) Dominika’nın hayatları kesişene dek paralel kurguyla aktarılıyor olsa da Nate yardımcı karakter, Dominika kadar görünmüyor, olayları Dominika kadar etkilemiyor. Red Sparrow bir Hollywood ürünü olduğu için casus filmlerinin tüm klişelerini teker teker önümüze koyuyor. Dünyada Rus oyuncu kalmamış gibi karakterleri Amerikalılara, İngilizlere ve Belçikalıya oynatıyorlar. Öykü Sovyet Rusya’da ve civarında geçiyor olmasına rağmen kimse Rusça konuşmuyor, herkes bozuk bir İngilizceyle konuşuyor. Hatta işin komik tarafı usta aktör Jeremy Irons Rus aksan için uğraşmayıp İngiliz İngilizcesinden taviz vermiyor -gerçek bir İngiliz-. Hollywood’un diğer klişesi olan Amerikalı ajanların yüzde yüz iyi ve vicdanlı olurlarken düşman tarafın (yeri gelince Çin, yeri gelince Japon, yeri gelince Ortadoğulu, çoğunlukla Rus) şeytani oluşları tabii ki burada da yer alıyor.
Evet, Amerikalı ajanlar gerekirse kendi hayatlarını dahi tehlikeye atacak kadar sevgi pıtırcığı karakterlerken Ruslar pek tabii öyle değiller; alayı sapık, pedofil/ensest, vatanseverlikten gözü dönmüş, kendilerinden olanları iki dakikada harcayacak tıynette karakterler. Öykünün bir CIA ajanından çıktığı neredeyse filmin her salisesinde belli oluyor, ki özellikle Vanya karakterinde Rusya’ya ve Rusya’yı yöneten Putin’e dair nefreti hissetmemek mümkün değil. Jason ve senarist Justin Haythe, Vanya karakterine kötülükleri doldurdukça doldurmuşlar: Yeğenine küçükken göz dikmesi, yeğeni genç bir kadın olunca onu arzulamaya devam etmesi, ama koltuğu ve/veya vatanı için yeğenini feda edebilecek tıynette olması, yeğenine işkence yaptırması, yeğeninin tecavüzüne göz yumması… Bakıldığında derinleşen hiçbir karakter olmuyor. Rus nefretiyle kaleme alınmış karakterler, hatta Amerikalı ajan Nate dahil herkes fazlasıyla tek boyutlu, Dominika dahil olmak üzere hiçbiri hiçbir açıdan şaşırtamıyor. Nate’i pek tanıyamıyoruz, Amerikalı kimliğinden ötürü iyi birisi olduğunu öğreniyoruz sadece. Hakeza Irons’ın oynadığı General Korchnoi’yi de, usta aktris Charlotte Rampling’in oynadığı eğitmeni de, İngiliz aktör Ciaran Hinds’ın oynadığı Zakharov’u da tanıtmakla, derinleştirmekle uğraşmıyorlar. Dominika’ya dönersek… İki saat yirmi dakika sürede bu karakterin o anki duyguları ve düşünceleri yansıtılsa da bu karakter de tek boyutlu kalıyor.
Rusları İngilizlerin oynamaları, filmin Rus aksanlı/bazen aksansız İngilizceyle çekilmiş olması, filmdeki Sovyet Rusya’nın en az Black Panther‘deki hayali Afrika ülkesi Wakanda kadar gerçekdışı olması… Bunları gözardı etmek zor olmuyor. Esas sorun karakterlerin doğru dürüst işlenememeleri, 50 yıldır tekrar edilen casus klişelerinden medet umulup öyküye – türe yeni açılımlar getirilememesi, filmin sürprizsiz ilerlemesi. Mesela Nate’le Dominika’nın birbirlerine âşık olacaklarını ve bunun da türlü klişeleri beraberinde getireceğini tahmin etmek zor olmuyor. Ama her şeyde olduğu gibi romantik ilişki de epey kötü işleniyor, bu ilişki çarçabuk ortaya çıkıyor. Nasıl ki yansıtılan Sovyet Rusya ve Rus karakterler, hatta Amerikalılar inandırıcılıktan yoksunlarsa bu ilişki de inandırıcılıktan nasibini alamıyor. Bir diğer sorun da senaristin kaleme aldığı diyalogların epey kötü olması. Muhtemelen Rus ajanlar arasındaki diyaloglar hakkında bir bilgisi olmadığı için epey sakil diyaloglar kaleme almış Justin Bey. Özellikle baştan çıkarma sahnelerinde Rampling’e yazılmış monologlar epey kötü. Öykü Sovyet tarafında geçiyor olsa da Amerika’yı eleştirmekten özenle kaçınıyor Justin, filmdeki tek eleştiri eğitmenin “Amerikalılar sosyal medya ve alışverişten başka bir şeyi önemsemezler,” oluyor. Ötesine geçmiyor.
Esas sorun tabii ki senaryoda. Neden-sonuçların bu denli az önemsendiği çok az casus filmi olmuştur, ki parodi casus filmleri bile daha derli topludur. Justin’in film boyunca ortaya attığı parçalardan bir yapboz oluşturmaya çalışıp bunu başardığını sanması ama aslen başaramamış olması gibi türlü sorunlar, mantık dışı/fantastik sahneler mevcut senaryoda. Ama Francis’in yönetmenliği de kaliteyi aşağıya çekiyor. Bu kötü senaryodan Francis akıcı, sürükleyici bir film çıkaramıyor haliyle. Aslında amaç geçen yılın casus filmi Atomic Blonde gibi aksiyonlu bir film yapmak değil, nitekim filmdeki aksiyonlu-gerilimli sahnelerin sayısı yok denecek kadar az. Amaç türün ustası John le Carre filmleri gibi yavaş tempolu, bol entrikalı, bol diyaloglu bir casus filmi yapmak ama hiçbir amaca ulaşılamıyor. Gizem deseniz ortada (finalde “bakın şimdi sizi nasıl şaşırtacağım” tavrına rağmen) bir gizem oluşamıyor, gerilim deseniz uzun süresi, kötü entrikaları, tek boyutlu karakterleri ve onların kötü işlenmiş dönüşümleri, kötü replikleri nedeniyle gerilmek de mümkün olmuyor -belki de tek gerilimli sahne, Nate’in işkenceye uğradığı sahne, ki bu sahne çok iyi çekilmiş tek sahne-. Haliyle Red Sparrow ne gizemli bir film olabiliyor, ne şaşırtabiliyor, ne de özendiği Tinker Tailor Soldier Spy‘ın kalitesine erişebiliyor. Tinker da yavaş tempoluydu ama karakterlerini öyle bir işliyordu ki kim iyi, kim kötü, kimin nasıl bir amacı var çözmek kolay olmuyordu, sürprizlerini hemen ele vermiyordu ve dönemin Soğuk Savaş atmosferini mükemmel bir şekilde kuruyordu. Red Sparrow bunların hiçbirini yapamıyor. Bir süre sonra dandik bir aşk klişesinden medet umacak hale gelmesi de filmi iyice gülünçleştiriyor.
Bir diğer sorunsa cinselliği, çıplaklığı işlediği baştan çıkarma sahneleri. Bu sahnelerde de inandırıcılık dışında pek çok sorun mevcuttu. Özetle Red Sparrow ne Tinker ve 70’lerin yavaş tempolu casus filmleri gibi başarılı bir casus filmi olabilmiş, ne de Nikita filmi kadar karakterinin dönüşümlerinin hakkını verebilmiş. Epey sorunlu bir film. Müzikleri ve görüntü yönetmenliğiyle sanat yönetmenliği fena değil. Oyunculuklardaysa haliyle sadece Jennifer öne çıkıyor. Başka aktrislerin kolay kolay kabul etmeyecekleri sahnelere cesaret edebiliyor, karakterin hakkını veriyor. Ama iş aksana gelince orada yüzde yüz başarılı olduğunu söylemek güç, çünkü bazı sahnelerde aksan yapmayı unutup Amerikan İngilizcesiyle konuşuyor. Vanya’yı oynayan Matthias Schoenaerts fena değildi. Velhasıl bazı sahneleri iyi çekilip kurgulanmış olsa da Red Sparrow tren enkazından farksız.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.