Ricky Gervais’in yönetmenliğini yaptığı iki filmden bahsetmek istiyorum. The Invention of Lying ve Cemetery Junction.
Ama bundan önce Ricky Gervais’in The Office’ı and Extras serisini yazıp, yöneterek anaakım medyada ses getirdiğini, Night at the Museum, Ghostown, The Invention of Lying, Cemetery Junction filmlerinde boy gösterdiğini, The Office ve Curb Your Enthusiasm gibi televizyon showlarında kısa soluklu rollerde yer aldığını, The Simpsons’da gene ufak bir rolde seslendirme yaptığını, 2010’dan bu yana hala sürmekte olan The Ricky Gervais Show’un yaratıcısı olduğunu ve bunların yanı sıra komedyen, radyo sunucusu, yapımcı ve müzisyen olduğunu bilmeyenler için vurgulamakta fayda var. Şimdi gelelim yönettiği iki filme.
The Invention Of Lying
Bir yer düşünün ki insanlar ‘var olmayan’ şeyler üzerine düşünmüyor olsun. Herhangi bir ahlaki öğreti ve dini inanç olmasın. Tüm işler ve ilişkilerin tamamen düz mantıkla tek bir bakış açısından işlediği, düşüncelerin filtreden geçirilmeden yerli yersiz ama ‘dürüstçe’ söylendiği bir yer. İnsanların tek bildiği doğruyu söylemek ve var olmayan bir şey üzerine düşünememek. Böylece, hile yapma, hırsızlık türü kötü olarak nitelendirilen eylemlerin bilinmemesi…Bu dünyada hayal ürünü hikayeler, fantastik öyküler, filmler de yok. Var olmayan üzerine düşünülmediği ve düşünülemeyeği için din de yok.
Bu eyalet, kitle iletişim araçlarının ulaşılabilir fakat internet çağı için erken bir dönem. Televizyonu açarsınız. Reklam kuşağıdır ve tam da bu tasvir edilen dünyanın yalandan ne kadar uzak olabileceğini görürsünüz.
“Bugün burada sizden bu ürünü almaya devam etmenizi isteyeceğim. Tabi, bu yıllardır içtiğiniz bir içecek ve hala bundan keyif alıyorsanız, size bu ürünü yakın bir zamanda tekrar almayı hatırlatmak isterim. Temelde, kahverenkli bir şekerli su. Son zamanlarda içindeki malzemeyi değiştirmedik. Bu yüzden size bununla ilgili yeni bir şey anlatmayacağım. Gerçi, teneke kutuyu biraz değiştirdik. Bakın, renklerde burada daha değişik ve çocuklar hoşlansın diye üzerine kutup ayısı resmi koyduk. Kola, oldukça şekerli ve diğer yüksek kalorili gazlı içeceklerde olduğu gibi, çocuklarda ve sağlıklı beslenmeyen yetişkinlerde obeziteye sebep olur. Hepsi bu. Kola, çok popüler, bunu herkes biliyor. Ben Bob, Kola firması için çalışıyorum ve sizden kolayı satın almaya devam etmenizi istiyorum. Hepsi bu. Biraz da acı şekerli. Teşekkürler.”
Mark Bellison( Ricky Gervais) fiziksel görünüm olarak vasatın altında, finansal durumu iyi olmayan, kötü bir senaryo yazarıdır. Anna Mcdoogles ( Jennifer Garner) adında bir kadınla yemeğe çıkar. Daha ilk dakikada Mark ile bu randevunun bir daha tekrarlanmayacağını, onunla çıkmasının sebebinin annesinin onun yalnız kaldığını düşünmemesi ve bu randevuyu ayarlayan kişiye iyilik etmek istediği için olduğunu söyler. Aşk da kaybeden Mark, işinden de olur. İş arkadaşlarının ‘açık sözlü itiraf’larına maruz kalarak, ofisi terk eder. Dünya doğrulukla doludur ama yalanla dolu bir dünyadan daha acımasızdır. Mark için işler para çekmek için gittiği bankada değişir. O an öyle bir noktadadır ki, iş kaybetme korkusu, kira derdi gibi sıkıntılar ortadan kaybolur. Çünkü zaten tüm bu sıkıntılardan kurtulmuştur. Ne işi ne de kalacağı bir yer vardır. Tam da bu noktada, gereklilikten ötürü, o büyük icad doğmuştur. Mark, yalan söyleyebileceğini fark etmiştir. Hesabından çekmek istediği para miktarı, bilgisayar ekranında görülen toplam para miktarından daha çoktur. Ama kasiyer kız, bu doğrular dünyasında karşısındaki kişinin yalan söyleme ihtimalini doğal olarak düşünemez ve ‘ Kusura bakmayın, bilgisayarda bir sorun var herhalde’ deyip, Mark’a istediği miktardaki parayı verir.
Yalanlarla kurduğu yeni dünyasında Mark finansal durumunu düzeltmiştir ve kendine güveni tamdır artık. Aşk hayatınındaki pürüzleri gidermek için Anna’dan kendisi için bir şans daha ister. Fakat, hala Anna için Mark’ın durumunun iyi olması yeterli değildir. Onunla evlenmesi halinde, tombul ve çirkin çocukları olacağını düşünür ve genetik özellikleri daha iyi olan birini bulmak istediğini söyler. Olayların akışı ise bir kez daha, Mark’ın annesinin hastanede ölümle pençeleşmesiyle değişir. Annesinin artık son anlarıdır ve ölümden korkuyordur. Yalan söyleyebilme yetisine sahip Mark, burda da patlatır bir yalan. Annesinin öldükten sonra sevdiği insanlarla buluşacağını, iyi bir yere gideceğini söyleyerek, türlü türlü ölümden sonraki hayat hikayeleriyle onu telkin eder. Bu esnada, doktor ve hemşireler kulak misafiri olur anlattıkları karşısında. Bildiklerini Mark’dan anlatmasını isterler.
Artık onun ismi ve verdiği demeçler her yerdedir. Yüzlerce insan evinin önüne toplanır ve bildiklerini paylaşmasını ister Mark’tan. Bu durum karşısında afallar. Yanında destekçi olarak yakın dostu ve Anna vardır. Anna, ondan bildiklerini halka anlatmasını çünkü anlattıklarının annesini mutlu ettiğini ve binlerce insanı mutlu etmenin harika olacağını düşündüğünü söyler. Evde gecesini gündüzüne katarak adeta bir fetva hazırlar. Bunları pizza kutularının üzerine yapıştırır ve insanların karşısına çıkar. Onlara, önceden hiç duymadıkları gökyüzündeki adamdan ve öteki dünyadan bahseder. Mark artık peygamberliğini ilan etmiştir.
Güzellik, aşk ve din ekseni üzerine kurulu İngiliz yapımı Yalanın İcadı, Hristiyan tebaayı salak olarak gösterildiği gerekçesiyle sinema salonlarını boşaltacak, sosyal medyayı ayağa kaldıracak cinsten bir tepkiyle karşılaşsa da, fikir bakımından oldukça ilginç bir film. Zaman zaman durup kendinize ‘ E kardeşim hiç mi farklı eyaletlerle etkileşimi olmamış bu insanların’ diyebilirsiniz. ‘Dürüst olmak yada yalan söylememek akıl süzgecinden geçirilmeden, karşındakinin incinip incinmeyeceğini tartmadan herşeyi olduğu gibi söylemek midir? ‘ şeklinde argümanlar üzerine düşünebilir ya da ‘insanı insan yapan düşünsel varlığı ise bu insanların problemi nedir?’ şeklinde oturduğunuz yerde mekanikleşmiş karakterlere böbürlenebilirsiniz. Filmi izleyip kenara çekilmek gerçekten zor, üzerine düşünüp, içinden çıkamamanız ise oldukça mümkün. Bu kadar film kritiğinin ardından en sonunda, filmin birçok açığını yakaladığınızı düşüneceksiniz. Sonra, senarisi eleştirip, kızacaksınız. Fakat, sakin olun, arkanıza yaslanın. Dediğim gibi, öyle yada böyle fikir olarak enteresan bir film.
Cemetery Junction
1970 İngiltere’sinin ırkçılıkla çalkalandığı, ülkenin Afrika’dan hızla göç aldığı, ekonomik krizle sarsıldığı öte yandan gençler arasında yükselen hippi akımıyla dengelerin değiştiği bir dönemde geçen film, İngiltere’nin Reading banliyösü, Cemetery Junctiondaki üç gencin maceraları şeklinde özetlenebilir. Ama filmde bundan daha fazlası var.
Babası gibi orta sınıf bir işçi olmayı reddeden ve sigorta şirketine girerek, beyaz yakalılar arasına katılan New Yorker görünümlü Freddie, banliyönün asi kavgacı çocuğu Bruce ve Hangover filminde baş belası Alan (Zach Galifianakis)’a benzettiğim Snork, hayatın amacı üzerine umutlarını çoktan yitirmiş fakat bunun içinde inanç sahibi olmaya gerek olmadığını adeta ispatlayan üç yakın arkadaş… Tek yaptıkları kız peşinde koşmak, partiye gitmek, içmek, şakalaşmak ve kavga etmek. Tek fark, Bruce ve Snork hayatı olduğu gibi kabul edip yaşarlar; Freddie’nin ise planları vardır. Bu planları, eski okul arkadaşı aynı zamanda patronun kızıyla karşılaşınca sekteye uğrayacaktır. Bruce’un babasına duyduğu öfke, hayattaki en büyük motivasyonudur. Çıkardığı kavgaların temelinde bu öfke yatar. Cemetery Junction’ı birgün terk edeceğini söylemesi bile bu yüzdendir. Ya da bir planı varmış gibi görünmek için bunu söylüyordur. Herşey, birgün kapatıldığı koğuşta değişecektir. Snork’un durum ise gerçekten gülünçtür. Kariyer olarak istasyon şefi olmayı kendine seçmiştir. Zaten fazla seçeneği de yoktur -kızlardan yana olduğu gibi-. Bu ‘loser’ı fazla küçümsememek gerekir aslında. Herkesin içinde bir cevher vardır. Onun da vücuduna camdan bakan çıplak bir kadın vampir dövmesi yapmakdan daha iyi şeyler yapabileceğini görürüz.
Filmde, aile sorunları, gelecek kaygısı, sınıf çatışması, aşk, kavga, öfke, hayata dair herşey var. Yani, konuya yabancılık hiç çekmeyeceksiniz. Filmin mottosu da Freddie’nin söylediği gibi, ‘ Ya dünyada bir yerde birileri büyük bir parti veriyorsa ve biz sırf burada tıkılı kaldığımız için kaçırıyorsak…’ şeklindedir.
İnce ince, ince mizah üzerine temellendirilmiş film tüm duyularınıza seslenecek. Yüksek belli ispanyol paça pantalonlar, platform ayakkabılar, gençlerin James Dean tavırları, 70’lerin pastel tonları, Oasis, Davie Bowie, Led Zepplin’in müthiş klasikleri içinize işleyecek.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.