“ Ama sosyal demokrat bir İskandinavyalı gibi, azgelişmiş dünyaya duyduğu bu üzüntü ve şaşkınlık gösterisini sürdürebilmek için kendisinin bizzat bu suçu işlememiş olması gerekirdi.” Italo Calvino (Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü)
Kuzey Avrupa yahut İskandinavya dediğimiz bölge son demlerde ürettiği başarılı filmlerle belli bir düzey tutturmayı başardı. Nedense cenubi Avrupa’nın sıcak, insancıl, Akdeniz kokan (Fernand Braudel’e saygılar) altın sarısı sinematografisini düşününce, şimali Avrupa’dan beklentimizde ister istemez kar beyazı bir evren ile heavy metal gruplarının gitar seslerinden öteye geçmiyordu. 101 Reykjavik (2000) ile başlatabileceğimiz şimali Avrupa sinemasının 2000’li yıllardaki etkisini, “Eyyafyallayöküll” yanardağının tüm Avrupa’yı etkisi altına almasına benzetebiliriz. Olabildiğince realist, sinemanın her türünde yansıtmayı başardıkları buz gibi sert ve derin bir ironi taşıyan filmleriyle, kuzeyliler sinema dünyasının “kanına girmeyi” başardılar.
Aklımdaki kuzey tasavvuru Laponlardan ren geyiklerine, Norveç fiyordlarından, neredeyse derin bir sessizlikte yaşayan İzlanda kasabalarına uzanan kocaman bir ıssızlığa dairdir. Knut Hamsun’un muhteşem romanı “Dünya Nimeti” o ıssızlıkla savaşın hikayesidir. O yüzden ne zaman Kuzey Avrupa’yı düşünsem; Hamsun’un cümleleri düşer aklıma…
“Nice yüzyıllardır ataları buğday ekiyorlardı. Yumuşak, rüzgarsız bir akşam vakti huşu içinde yapılan bir işti bu; en uygunu mümkünse belli belirsiz serpiştiren, incecikten bir yağmur altında yapılmalıydı; hele yaban kazlarının gökyüzünden geçtikleri sırada!” (Dünya Nimeti)
İskandinav dünyasına ya da bu koca ıssızlığa açılan kapı Danimarka’dır. Hamlet’in ve elbette Lars Von Trier’in memleketi Danimarka… Danimarka sineması en son bu yıl “A Royal Affair” ile en iyi yabancı Oscar’ına adayı olurken 83. Oscar töreninde Susanna Bier’in ‘In A Better World” adlı filmiyle Oscar’ı kucaklamayı da başardı. Evet onların ıssızlığının başardığını bizim güzel ülkemizin yalnızlığı da bir gün başarır elbette…
Shakespeare’in bir sahne olarak Danimarka’yı seçmesinden de anlayacağımız üzere bu küçük ülke bir plato olarak sinema sektörü için de oldukça verimli topraklar…
Polisiyeden korkuya bir İskandinav rüzgarı esmekte…. Bu başarının animasyona da yansıması kaçınılmazdı. Ronal Barbaren (2011) işte bu noktada ortaya çıkıyor.
Beowulf (2007) gibi başlayan ama arkasından sizi bambaşka bir yöne taşıyan Ronal Barbaren başarılı bir dille, hem günümüze hem de kahraman mitolojisine yaptığı göndermelerle, “hero” öykülerine sağlam bir eleştiri getirmeyi başarıyor. Gücün hakim olduğu bir dünyada; kabilesinin yüz karası çelimsiz Ronal, yol arkadaşları , onu yenecek erkeği arayan Zandra, bir ozan ve Tolkien’in elflerine hiç benzemeyen bir elf ile macera dolu bir mücadelenin içinde bulurlar kendilerini… Kimi zaman yolları Amazonlara kimi zamanda Elf ülkesine düşer.
Hikaye aslında tanıdık ama anlatımdaki ironik bakış ve komik öğelerle dolu yapısıyla, Danimarka yapımı animasyon, sizlere keyifli dakikalar geçirtecektir. Filmin müzikleride ayrıca yabana atılmayacak cinsten, özellikle müzikseverler için filmin sonunda oldukça etkileyici bir bölümde var. Barbaren Rhapsody’i dinledikten sonra 2011 tarihli bu filmi neden daha önce izlemediğinizi siz de kendinize soracaksınız.
Hollywood’un epik animasyonlarının yanında Ronal Barbaren oldukça farklı ve başarılı bir yerde duruyor. Hele animasyonun zorlukları düşünüldüğünde Danimarka’ya sinemaya yaptıkları keyifli katkılar için şükran duymamak elde değil… Ayrıca pek kulak aşinalığımız olmayan bir dilde, Danca film izlemek ayrı bir deneyim…
Kuzeyin müreffeh insanlarının da bu dünyaya ve yaşadıklarımıza dair bir şeyler söylemeleri en az yoksul güneyliler kadar hakları… Sinema; herkese verdiği bu şansla, bu yüzyılında en önemli ve evrensel sanatı olmayı sürdürüyor…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.