“Deli lan bu! Olur mu öyle şey?” deyip baştan itibaren realist bir yaklaşımla filmin büyüsünü kaçırma seçeneğinizi bir kenara bırakırsak, muhtemelen olup bitenin ‘sihir’ olduğunu düşüneceksiniz. Ama bir yazar hayallerinin kadınını kafasında kurgulayıp ‘yazdığında’ onun kanlı canlı bir sevgiliye dönüşebileceğini öngöremedi diye kızmayın ona lütfen! Çünkü âşık olmak da zaten bir tür sihirdir, bir şeyler ‘yazmak’ da…
Jonathan Dayton – Valerie Faris çiftinin Little Miss Sunshine’dan sonra 6 yıl süren sessizliklerini bozdukları filmden, “Ruby Sparks”tan bahsediyorum. Ruby Sparks’ta “kariyerinin başında ‘bestseller’ olmuş fakat 10 yıl sonra duraklama dönemini geçiren asosyal romancı oğlan Calvin” rolünde Paul Dano; “filme adını veren, hayalden doğma ve romandan olma esas kız” rolünde ise Zoe Kazan var.
Çavdar Tarlasında Çocuklar için dönemin muteber eleştirmenlerinden Clifton Fadiman şöyle demiş: “Ender rastlanan o kurgu mucizesi yine gerçekleşti. Mürekkep, kâğıt ve hayal gücünden bir insanoğlu yaratıldı!” Ruby Sparks işte bu tür bir ‘yaratma hikâyesi’ni konu edinmiş. Holden Caulfield ile Ruby’yi, Salinger’la henüz Elia Kazan’ın torunu olmaktan başka kayda değer bir özelliği olmayan Zoe’yi mukayese etmeye çalışmıyorum. Ama daha 30’una bu sene basacak gencecik bir kadın böyle bir senaryo yazıyor, filmin yapımcılığını üstleniyor ve üstüne kendi senaryosundaki başrolü gayet mütevazı, samimi bir biçimde oynuyorsa, ona bugünlerin çok revaç bulan sosyal medya deyişiyle #respect demekten başka bir şey gelmiyor aklıma…
Ruby Sparks’ı keyifle izledim. Benim için yeterliydi. Tabii ki Amerikan aşk filmlerinin, ‘dramedi’lerin tüm klişelerini bünyesinde barındırıyor. Ama eğlenceli bir film… “Fazla klasik, modern bir Pygmalion hikâyesi… Kusursuz bir ‘Stepford kadını’ yaratmış, sonra da buna âşık oluyor. Bu da film mi şimdi?” tarzı eleştiriler gördüm. Hiç katılmıyor ve soruyorum: Ne bekliyordunuz ki? “İkinci yarısı pek sıkıcı.” diyenler var. Ne yapsalardı yani, araya birkaç kare de Suriye’ye barış getirme, Timbuktu’da yanan elyazmalarını kurtarma veya Kapalıçarşı civarında kurşunların havada uçuştuğu, arabalı, motosikletli bir kovalamaca sahnesi mi ekleselerdi?
Şimdi müsaadenizle filmden bağımsız olarak, beni son zamanlarda ziyadesiyle rahatsız eden bir şeyi paylaşmak istiyorum. Bu her ne kadar tüm dünyada ‘kritik’lerin belli ölçüde yakalandığı bir hastalık olsa da, ben spesifik olarak “Türkiye’de eleştiri kültürü” bağlamında soracağım:
Her filme insanlığın kaderini değiştirme, çığır açma, uçurup kaçırma rolü biçmek de nereden çıktı? Tarantino sevdiği birkaç yönetmene selam çakan bir ‘spaghetti western’ çekiyor, adamın omzuna (ne olduğunu pek de bilmediğimiz) kölelik tarihini yüklemeye kalkıyoruz. İstanbul’u sadece ‘güvenli bir Ortadoğu seti’ olarak kullanacağını baştan itibaren gizlememiş Skyfall’u, Argo’yu “Olmamış bu! Bacasız sanayimize hiçbir faydası yok. Kocaman gökdelenlerimiz, AVM’lerimiz, Sapphire’imiz var. Onları niye kullanmadın?” diye sorguluyor; Peter Parker’a “Hele bir terör sorunumuza da el at, ondan sonra beğeniriz. O örümcek ağlarını da sağda solda bırakma, etrafı kirletiyorsun.” gibi eleştirilerde bulunuyoruz. To Rome with Love’ı beğenmemiş insan gördüm!
Peki, sadece sinemada mı böyle bu durum? Tabii ki hayır… Şarkıcı da başkasını beğenmez bizde, futbolcu da, memur, esnaf, ressam, yönetmen, aşçı, şoför de! Sokaktaki (bugünlerde Twitter’daki) adam ise hiçbirini beğenmez. Üstelik bunu övünülecek bir şey olarak görürüz.
Bakkala sarkıttığı sepeti bile alt komşunun penceresine çarptırmadan yukarı çekemeyen insanların ortaya iyi veya kötü bir şeyler çıkarmış, bunun için emek harcamış insanları hunharca eleştirmesi, tuhaf ve can sıkıcı bir gelenek olarak hayatımıza girdi. Hızla yayılıyor. Ne güzel söylemiştir İsmet Özel… “Gelin bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!” diye. Gelin azıcık bir şeyleri ‘beğenmeye’ başlayalım. Çünkü o zaman üzerimizdeki şu mendebur gerginliği atacağız. Ne dersiniz ahali?
Filme dönersek, dediğim gibi Calvin, Ruby’yi (Hâşâ!) yaratıyor. Bir kadında aradığı her şey ve daha fazlası var Ruby’de! Ama problem(in ta kendisi) de bu zaten. Ruby’de beğenmediği bir özellik ortaya çıktığında birkaç daktilo ve hayal gücü darbesiyle onu ‘düzeltiyor’ Calvin. Sözgelimi Andre Gide’i kıskandıracak kadar akıcı Fransızca konuşturuyor, Nadia Comaneci’ye nazire yaparcasına perende attırıyor, Vedat Milor’a parmaklarını yedirecek lezzette rulo köfte yaptırıyor. O anki ruh haline göre yapışık ikizi gibi su içmeye bile beraber gelmesini ya da araya biraz mesafe koymasını sağlıyor.
Ama başlarda Calvin’i zevkten dört köşe eden bu durum, zamanla çekilmez bir hal almaya başlıyor. Ve bir deney olarak Ruby’ye ‘kendisi olma’ izni verdiğinde, kızcağızın yaşadığı depresyonu dindirmeye artık sihirli daktilonun bile yetmediğini görüyor. Zira bizi biz yapan, bir ilişkiyi güzel kılan zaten bu ‘kendimize has’ özelliklerimiz… Onları alınca sadece kuru ekmek kalıyor.
Zaman zaman ‘arızaya’ geçmeliyiz. Sevgilimiz partiye gitmek isterken biz evde maç izleme konusunda ısrar etmeli, birbirimize ‘trip atmalı’, sitemkâr WhatsApp mesajları atmalı, eve geç gelmeli ya da “Bugün buluşmasak mı aşkım ya? Arkadaşlarla takılsam biraz!” diyebilmeli, bunlar için kavga edebilmeliyiz.
Çünkü Calvin’in acı bir şekilde tecrübe ettiği üzere, ‘kusursuz sevgili’ aslında başımıza gelebilecek en güzel şey değil!
Sadece birkaç notum daha var: Zoe Kazan böyle senaryolar yazacaksa yeni bir Charlie Kaufman doğdu! Calvin’in köpeği Scotty, adını F. Scott Fitzgerald’dan alıyor. Ayrıca filmde buna dair bir ipucu yok ama mademki ‘Lost Generation’a saygı duruşu yapıyoruz, Annette Bening’in canlandırdığı Calvin’in annesi Gertrude’un da ismini Gertrude Stein’dan aldığını düşünmek geliyor içimden. Calvin’in ağabeyi Harry rolünde son yılların popüler yardımcı oyuncusu Chris Messina var. Ve sürpriz! Antonio Banderas da ondan görmeye alıştığımızdan hayli farklı bir karakterle ‘bonus’ olarak karşımıza çıkıyor.
Son olarak magazinsel bir not: Zoe Kazan ile Paul Dano gerçek hayatta da sevgili! Alın size filmi izlerken göz önünde bulundurulabilecek bir yapboz parçası daha: Bu ‘modifiye edilmiş gerçeklik’te kız arkadaş Zoe mi, kurgunun senaryo yazarı profesyonel Zoe mi, yoksa eksiksiz sevgili Ruby mi ağır basıyor? Ya da ‘genius’ yazar Calvin’in gerçek hayattaki ‘boyfriend’ Paul’e geçiş yaptığı sahneler hangileri? Waldo nerede? “Çağlayan ne, akan kim?” Keyifli bir ‘dramedi’ aradığınız bir anda izlerseniz hoşunuza gidecek.
***
“Memlekette neler oluyor, senin uğraştığın şeylere bak! Aşk meşk, bunlar boş işler… Nerede politik söylemlerin?” demiş olabilirsiniz. Öyle ya, kaç dakikanızı ayırdınız, hükümetle veya dış politikayla ilgili hiçbir şey söylemedim. İçinde bir tane CHP, AKP, TFF, YSE, PTT, OGS, KGS, HGS geçmiyor. Böyle yazı mı olur? Öyleyse sıkı durun! Naçizaneden de âcizane bir sonraki sinema yazımda Pablo Larrain imzalı Güney Amerika filmi No’yu anlatacağım. Ruby Sparks gibi, 2012’nin bize armağan ettiği filmler arasında en sevdiklerimden biriydi. Şili’nin kaderini değiştirecek 1988 referandumunda ufak tefek bir reklâmcı, koca diktatörlüğü ‘devirmek’ için Augusto Pinochet’in karşısına dikilecek. Dizlerimize kadar siyasete batacağız. Bakalım geri çıkabilecek miyiz?
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.