Scorsese deyince her sinemaseverin kafasında bir şeyler canlanır. Hiçbir şey bilinmese bile Taksi Şoför’ü filminde De Niro’nun aynayla konuştuğu sahne mıh gibi kazınmıştır mutlaka.
Scorsese, kendi kuşağının (bkz.Spielberg, Lucas, Coppola vs.) belki de en aktif elemanlarından. Sürekli film çekiyor ve sinemayla arasını elinden geldiğince sıcak tutmaya çalışıyor. Son dönemlerde bahsedilen “ticarileşme” mevzusu şüphesiz onun için de konuşuluyor. Bunun gerçekliği ya da doğrulanabilirliğini görebilmenin en iyi yoluysa son filmi Shutter Island’a göz atmak.
Shutter Island adlı filmde Scorsese, Lehane’in rahatlıkla best-seller olarak etiketlenebilecek bir kitabını alıyor eline kaynak olarak. Kitap bize akıl hastanesi-hapishane arası bir mekanın içerisinde bir hasta-mahkumun kaçması ve bunun üzerine dedektif-polis arası bir karakter olan Teddy Daniels’in gelmesi ve konuya el atmasını ele alıyor. Ayrıca diğer bir önemli unsursa bu hastane-hapishane arası mekanın bir adada olması, diğer bir deyişle yabancılaşmanın zirvede olduğu bir mekânda olması. Buraya kadar baktığımızda karşımıza çıkan en önemli şey ikircikli noktalar. Bunlardan ilki olan hastane-hapishane karışımı mekân mevzusunu açmamız gerek.
Filmimiz dedektif-polis olarak geçen Teddy Daniels ve onunla birlikte adaya gelen yardımcısı-asistanı Chuck Aule’ın gemideki sahnesiyle açılıyor. Aslında marshal denilen bir çeşit polis olarak tanımlanabilir olsalar da, bu kalıbın dışında yer yer polis, yer yer de dedektif hali almaları daha sonra üzerinde duracağımız bir diğer ikilem noktası. Scorsese her zaman bir gerilim öğesi olarak başarıyla kullandığı yabancılaştırma etkisini burada da kullanıyor. Geminin içerisinde kullandığı tekinsiz grilik ve adaya doğru ilerleyen geminin etrafını saran o puslu hava gibi unsurlar bu yabancılaştırma etkisinin merkezinde yer alan unsurlar. Adaya vardığımız sahnedeyse bizi filmin belki de en önemli sorunlarından biri karşılıyor: amacını göze sokar biçimde amaca hizmet eden müzik. Adaya vardıkları sırada; daha doğrusu adayı gördüğümüz sekansta müzik ciddi anlamda rahatsız edici bir hal alıyor. Müzik o kadar ön plana çıkıyor ki artık müziğin baskısından filmin genel yabancılaştırma etkisine odaklanamaz bir hal alıyor seyirci. Elbette ki şimdi bahsettiğimiz hastane-hapishane noktasına dönmemiz gerek. Adada yer alan mekanı ilk olarak akıl hastanesi olarak tanımlamak pekala mümkün. Hatta ilk sahnelerde Daniels’ın adadaki insanlarla karşılaştığı sahne akıl hastanesi tezini destekliyor. Bu konudaki güvenilirlik noktasını yıkan şeyse ilk olarak buradaki hastaların normalde dış hapishanelerden buralara gönderilmiş insanlar olması. Bir diğer unsursa; Ben Kingsley’in başarıyla canlandırdığı Dr. Cawley unsuru. Cawley film boyunca bize yabancılaştırma etkisinin en önemli unsuru olarak hizmet ediyor. Bir türlü güvenilir bir rol çizmemekle birlikte o arada kalmış tekinsizliği çok başarıyla veriyor Kingsley. Bu açıdan belki de Scorsese’nin bu etkisini en başarıyla sürdüren unsur Kingsley’in oyunculuğu. Cawley Daniels’a burayla ilgili verdiği bilgilerde; buranın eskiden mahkumlara işkence yapılan bir mekan olduğunu ve bu işkencelerin görsellerini gösteriyor. Sonrasında kendilerinin bu sistemi değiştirip yerine hasta odaklı bir mekan oluşturduklarından bahsediyor ama biz yine de bundan tatmin olmuyoruz ve bu yüzden mekan aklımızda hem bir akıl hastanesi ama içten içe de işkence yapılan bir hapishane olarak yer ediyor.
Diğer bir mesele olan dedektif ve polis ikilemi de aslında önemli. İlk olarak karakterlerin marshal adı verilen bir federal gruba ait olması kafamızda bir polis imgesi oluşturuyor ama filmin gidişatı ve iki karakterin tavırları üzerinden değerlendirdiğimizde; karakterler kafamızda bir dedektif rolü ediniyor. Bu nokta da, gidip geldiğimiz diğer bir önemli unsur halini alıyor film devam ettikçe. Zamanla Daniels ve Aule’ın vakıf olmadığı bir şeylerin döndüğü bir yer oldukça, artık işin boyutu hem polis olmayı hem de dedektif olmayı soyutlaştırıyor. Hikaye ilerledikçe Ruffalo’nun canlandırdığı Aule silikleşmeye başlıyor ve Daniels öne çıkmaya başlıyor. Hatta bir yerden sonra Daniels iyice yalnızlaştırılıyor. Daniels’ın yalnızlaşması ve bütün o dedektif ya da polis olma rolünden çıkıp artık oradaki mahkumlardan biri halini alması filmin gerilim ve yabancılaşma unsurlarını üst bir düzeye taşıyor.
Buraya kadar baktığımızda; bütün bu ikilemler filmin yabancılaştırma etkisine hizmet ediyor, çünkü hepsi beraberinde kendi gizemini, kendi bilinmezliğini en açık tabiriyle kendi tekinsizliğini getiriyor. Bu bilinmezliklerin arasına bir de Teddy Daniels’in sorunlu geçmişi eklenince işler iyice karışır hale geliyor. Daniels’ın bu yabancılaştırma üzerindeki etkisinden bahsetmemiz gerek biraz da. Teddy Daniels şüphesiz ki filmin ana karakteri. En önemli yanıysa bütün o tekinsiz karakterler arasında seyircinin belki de empati kurarak güvenebileceği tek karakter. Bütün film boyunca sürekli Daniels’ı görmek ve diğer karakterlerin biraz muğlakta kalması şüphesiz ki Scorsese’nin tercihi. Bu sayede Scorsese, Daniels’a güvenmemizi ve onunla birlikte olayları takip etmemizi istiyor ve eğer kendinizi filme bırakırsanız bu oldukça mümkün. Film ilerledikçe Daniels’in ötekileşmesi ve yavaş yavaş en güvenilir karakterden en tekinsiz karaktere doğru yaşamış olduğu değişim belki de filmin en önemli öğesi. Bu açıdan çok da fazla eşelememek için bir şeyler söylememekten yana kullanacağım hakkımı, ama kısaca söyleyebilirim ki Daniels’ın yaşadığı bu değişim ya da kabullenme ve gerçekliğin su yüzüne çıkışı, filmin gerilim unsurunun en kritik noktası. Bu açıdan filmin finalinin etkileyici olduğunu fakat sarsıcı olmaktan uzak olduğunu söylemek mümkün. Evet bütün bu yabancılaştırma çabası ve Daniels üzerine kurulu o seyirci-karakter empatisi ne kadar başarılı olursa olsun, filmin finalinde bir şeyler sizi tam anlamıyla tatmin etmiyor.
İşte bu noktada aklımıza en başta konuştuğumuz “ticarileşme kaygısı” geliyor. Peki, bu filmde nasıl gerçekleşiyor? Neler yapıyor Scorsese de film bu kadar ticari bir düzleme kayıyor. İlk olarak söylediğim gibi yabancılaştırma etkisinin dozu yer yer aşırıya kaçıyor. Örneğin adaya gelirlerken verilen o aşırı rahatsız edici müzikten tutun da, yer yer ucuz-anlık gerilim sahnelerine kadar birçok unsur popüler sinema seyircisini tatmin edecek şekilde hazırlanmış. Scorsese sinemanın amaçsal yanından fazlasıyla faydalanıyor ve bunun altında da “kitlelere” hitap etme sıkıntısı yattığını söylemek yanlış olmaz. Özetle Scorsese, Shutter Island’ın birçok kişi tarafından beğenilmesini arzulayarak çekmiş filmi ve bunu yaparken atmosfer yaratma konusundaki özverisini ve başarısını da kullanmış.
Bu kadar yerginin arasında elbette belirtmemiz gereken iyi noktalar da var. En başta Scorsese yer yer abartılı bir yabancılaştırma ve tekinsizlik yaratmaya çalışsa da, atmosfer yaratma konusundaki başarısı tartışılmaz derecede iyi. Filme kendinizi kaptırırsanız rahatlıkla içine girebilir ve filmi son saniyesine kadar sıkılmadan izleyebilirsiniz. Bu açıdan Scorsese’nin filmi oldukça başarılı. Ayrıca oyuncu seçimi ve sanat yönetmenliğinin de oldukça iyi olduğunu söylemek mümkün. Öncelikle rüya ya da hayal sahnelerinin kullanımında Scorsese’nin o başarılı sinema diline bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Bunda bahsettiğim diğer iki öğenin de etkisi var elbette. Oyunculuklara gelince yer yer abartılı bulunabilecek bir oyunculuk sergilemesine rağmen Di Caprio’nun oldukça iyi. Ruffalo’nun oyunculuğununsa filmin en zayıf oyunculuklarından biri olduğunu söylemek mümkün. Kingsley ve Earlie Haley’nin oyunculuklarının çok başarılı olduğu ise yadsınamaz bir gerçek.
Yani filmin beğenilip beğenilmemesi izlerken kafanızda olan kriterle fazlasıyla alakalı. Eğer filmi yeni bir Scorsese şaheseri izlemek beklentisiyle seyretmeye giderseniz, salondan mutsuz bir biçimde ayrılmanız kuvvetle muhtemel. Eğer canınız iyi bir gerilim filmi izlemek istiyorsa ve bütün beklentiniz bunun üzerine kuruluysa, Shutter Island’ın bu işi iyi kotardığını söylemek yanlış olmaz.
Scorsese’nin önceki filmlerindeki başarıya pek yakın olmamakla birlikte, yakın zamanda öne çıkan gerilim filmlerine kıyasla güzel bir film Shutter Island. Bu açıdan izlediğinizde sinemada sizi (beklentinize göre) hayal kırıklığına uğratmayacak sıkı bir “gişe” filmi Shutter Island.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.