Silence ve Apocalypse Now: Karanlığın Kalbine Yolculuk
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanı ve bu romandan Francis Ford Coppola tarafından uyarlanan Apocalypse Now filmi Benjamin L. Willard’ın asker kaçağı Albay Kurtz’ü bulmaya ve öldürmeye çalışmasını konu edinir. Kurtz ordudan kaçmış, Kamboçya ormanlarında yerli halkla birlikte yaşarken Willard film boyunca onu bulmaya çalışır. Willard, Kurtz’ün peşinden giderken savaş yüzünden kafayı sıyırmış, sabahları napalm bombasının kokusuyla uyanmaktan hoşlanan ve bombalara rağmen denizde sörf yapan askerlere denk gelir, ormanda ilerledikçe hem hayatta kalmaya, hem de delirmemeye çalışır. Son on beş dakikadaysa Willard’la Kurtz’ün hesaplaşmalarına yer verilir. Şusaku Endo’nun kaleme aldığı, Martin Scorsese’nin sinemaya uyarladığı Silence da bu izleği takip eder. Peder Rodrigues’le Peder Garupe’nin Japonya’ya yolculukları, Willard’ın Kamboçya ormanlarındaki yolculuğundan farklı değildir. İki yolculuk da karanlığın kalbine yolculuk yapmaktan farksız. Zira Willard, Kurtz’ü bulmak için; Rodrigues’le Garupe de Kurtz gibi kendi cemiyetine (Hıristiyanlığa) sırtını çevirmiş Peder Ferreira’yı bulmak için pek çok badire atlatırlar. İki film de karanlığa yolculuğun hakkını verir.
Silence, Hıristiyan misyonerlerin Japonya’da dinlerini yaymaya çalıştıkları dönemi fon alır. Tabii misyonerlerin kendi dinlerini yaymaya çalışmaları yöneticilerin hoşuna gitmiyor ve çeşitli işkence yöntemleri, hatta infazlarla dinin yayılmasının önüne geçmeye çalışıyorlar. Scorsese bu işkenceleri göstermekten çekinmiyor. Ama daha önemlisi film boyunca özellikle Rodrigues üzerinden dini, Tanrı’yı ve Japonya’nın Hıristiyanlık için uygun bir yer olup olmadığını sorguluyor. Çok iyi yazılmış Rodrigues herkes gibi zayıf birisi olarak gösteriliyor. Epey inançlı birisi ama yöneticilerin katliamlarından ve hem kendisine, hem de Japonlara yaptıkları işkencelerden sonra inancı zaman zaman zayıflayabiliyor ve Tanrı’nın işkenceler, katliamlar karşısındaki sessizliğini kabullenmeyebiliyor. Scorsese bu filminde dine Rodrigues’in merkezinden baksa da Japon yöneticilerinin Hıristiyanlığı kabullenmeme nedenlerine de yer veriyor. Finale doğru Rodrigues’le Ferreira arasında Japonya’nın Hıristiyanlık için uygun olup olmadığı üzerine bir tartışma yaşanıyor. Scorsese hem dönemi çok iyi görselleştirmiş, hem de Hıristiyan olan Japon halkının ve rahiplerin çilelerini, rahiplerin inançlarının zayıflamasını ya da güçlenmesini oldukça iyi bir şekilde yansıtmış. Diyalogların, özellikle Rodrigues’in monologlarının Scorsese ve Jay Cocks tarafından çok iyi yazıldığını da belirtmeliyim. Tabii senaryo sorunsuz değil. Garupe karakteri zayıf kalmış. Scorsese bu karakteri fazla tanıtmıyor, özellikle Garupe’nin Rodrigues’den ayrıldıktan sonra neler yaşadığına muhtemelen filmin süresi yüzünden değinmiyor. Keza Ferreira’nın yaşamı film boyunca diyaloglarla anlatılsa ve filmin sonunda Ferreira ikinci kez karşımıza çıkıp hayatı, dini ve dinden vazgeçiş nedeni hakkında Rodrigues’le tartışsa da Rodrigues karakteri kadar derinleştirilmiyor.
Çok sevdiğim Uygar Şirin şu yazısında Scorsese’nin dine yaklaşımını yazmış. Şirin’in bu yazısında ifade ettiği pek çok şeyi Silence‘ta da görüyoruz: Rodrigues, Şirin’in yazının ilk paragrafında belirttiği gibi film boyunca kendisiyle kavga edip yeterince inançlı olup olmadığını sorgular. Yukarıda da belirttiğim gibi Tanrı’ya da defalarca kez neden bu ölümlerin, işkencelerin önüne geçmediğini sorar durur ve ennihayetinde Hıristiyanlığa inanmanın yasak olduğu Japonya’da sessizliği (belki de Tanrı’nın sessizliğini) kabullenip hayatını Japonya’da bir Japon gibi devam ettirir, Hıristiyan olduğunu belli etmemeye çalışır ama inancını kendi içinde devam ettirir.
Silence, Din Propagandası ve “Kötücül Uzaylılardan Farksız Japonlar” Meselesi
Scorsese’nin Silence filminin meseleyi din propagandasına kadar götürmesi korkulan bir şeydi. Muhtemelen çoğu kişi de filmi propaganda olarak görecektir. Filmin esas sıkıntısı rahiplerin cehennemden farksız hayatlarını yansıtırken kantarın topuzunu kaçırması. Ne yazık ki Scorsese dengeyi sağlayamamış. Scorsese filmlerinde hep cevabını aradığı “Bu kadar vahşet olurken Tanrı neden hiçbir şey yapmıyor, Tanrı var mı, inanmanın bedeli ölüm mü olmalı?” pek çok soruya Silence‘ta da yer veriyor. Din propagandasında yer verilmeyecek sorularla hemhal oluyor, inancı yıkılmayacak, zayıflamayacak derecede sağlam karakterlere yer vermiyor. Rodriguez defalarca kez tökezliyor, Garupe tökezliyor, Ferreira işkencelerden sonra dinden vazgeçiyor. Hıristiyanlığı yaymaya çalışan bu rahipler bir Hıristiyan Japon kadar dine sahip çıkamıyorlar. Zaten Sessizlik kitabının (Zeplin Yay.) önsözüne bakılırsa Scorsese’nin Rodrigues’i şu şekilde tanıttığı görülür: “…Sessizlik, Tanrı’nın sevgisinin sandığından daha gizemli olduğunu, insanoğlunun yöntemlerine sandığımızdan daha fazla müsaade ettiğini ve sessizlik içindeyken bile daima var olduğunu -çok acı bir şekilde- öğrenen bir adamın hikâyesidir. Bana göre, İsa’nın yolundan gitmeye başlamış ve sonunda da Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olan Yehuda’nın rolünü yeniden canlandırmış birinin öyküsüdür. Neredeyse onun her adımını takip eder.” Filme din propagandası demenin zor olmasının nedenleri de bunlar ama evet, denge bozuk. Scorsese din propagandası yapmıyor, rahiplerin ve Hıristiyan Japonların kötü Japon yöneticiler yüzünden çektikleri çileleri anlatıyor ama çuvaldızını misyonerliğe fazla batırmıyor, misyonerlik yüzünden insanların ölmesinin altını fazla çizmiyor. Kısacası Scorsese inancını bir kez daha sorgularken ne din propagandası yapıp Hıristiyanlığı en iyi din veya uğruna ölünmesi gerekli bir din olarak lanse ediyor, ne de bütün Japonları istilacı uzaylılar gibi gösteriyor.
Scorsese’nin Din Üçlemesi
Çocukken rahip olmak isteyen, dindar bir ailede büyüyen Scorsese neredeyse her filminde kiliseye ve dine yer verdi. Mean Streets, Taxi Driver, Cape Fear, Goodfellas, Casino ve Who’s That Knocking at My Door‘da hep dine değindi. Ama iki film var ki bu filmlerin tamamında dine odaklandı: İlki The Last Temptation of Christ, diğeri Kundun. Scorsese, The Last Temptation of Christ‘ta çarmıha gerilmiş Hz. İsa’yı peygamberliğinden soyutlayarak, daha da insanileştirerek peygamberin yaşamına odaklanır. İnanç konusunda tökezlemesine, günah işlemesine yer verir. Kundun‘daysa Tibet’e gidip Budizme odaklanır. Baştan sona dine ve din yüzünden çekilen acılara odaklanan Silence adı konulmamış, gayriresmi serinin üçüncü ve yüksek ihtimalle son filmi, tamamlayıcısı olur. Hocası Ferreira’yı kurtarmak isteyen Rodrigues adeta insanları kurtarmak isteyen Hz. İsa gibi çile çeker. Kundun‘da da Çin politikaları yüzünden çile çeken Tibetlilere ve onların ruhani, politik lideri 14. Dalai Lama’ya odaklanmıştı. Scorsese ilk filminden (Who’s That Knocking at My Door) en son filmine dek (Silence) dine değindi ama propaganda yapmadı. Hıristiyanlıktan aforoz edilmiş yazar Nikos Kazantzakis’in olay yaratmış romanını alıp sinemaya uyarlayacak ve aforozu göze alacak kadar kadar gözü kara birisi Scorsese.
Silence teknik açıdan da güçlü bir film. Rodrigo Prierto’nun Oscar’a aday gösterilen görüntü yönetmenliği çok başarılı. Alanının ustalarından Dante Ferretti hem kostüm tasarımında, hem de set tasarımında maharetlerini bir kez daha sergilemiş. Kathryn ve Kim Kluge’un hazırladıkları müzikler fena değil ama Scorsese’nin ilk kez bir filminde müziklerin önplanda olmadığını, hatta müziklerin çalındığı sadece bir iki yerin olduğunu, iki saat kırk dakikalık sürede müziğe çok az yer verildiğini belirtmek gerek. Filmin adı Sessizlik neticede. Genelde çok uzun planlar kullanmayan Scorsese ve yönetmenin filmlerinde hızlı bir kurgu kullanan Thelma Schoonmaker ikilisi bu kez Kundun’un izinden gidip planların süresini uzatmışlar, daha yavaş bir kurguya yer vermişler. Oyuncularda da durum iyi. Andrew Garfield, Hacksaw Ridge‘teki performansından daha iyisini bu filmde ortaya koymuş. Liam Neeson kısa süresinde epey iyi. Adam Driver da fena değil. Japon oyuncular Tadanobu Asano, Issei Ogata ve Yehuda’nın benzeri Kichijiro’yu oynayan Yôsuke Kubozuka’nın performansları oldukça iyi. Silence sadece 2016’nın en iyi filmlerinden değil, Scorsese’nin de kaliteli filmlerinden bir tanesi. Scorsese’nin önsözde belirttiği gibi “Portekiz’de yaşasa İsa’nın yolundan sapmayacak bir adamın” karanlığın kalbine yaptığı yolculuktan sonra değişimini başarıyla yansıtan bir film.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.