Sinema Olmasa Bu İnsanları Tanır mıydık?

Biyografik filmler söz konusu açıldığında aklımıza ilk olarak ‘anlatılmaya değer olan hayatları anlatan filmler’ gelir. Anlatılmaya değer hayatları düşündüğümüzde ise kafamızda ilk beliren isimler binlerce kişiyi etkilemiş, tarihin akışını değiştirmiş figürlere ait olur.

Fransız kumandan Napolyon, müslüman halk kahramanı Malcolm X, pasif direnişin sembolü Mahatma Gandhi, dehasıyla sinemayı geliştiren Charlie Chaplin, rahmetli Amerika başkanı Kennedy, taçsız kral Pele, Beckenbauer, kaleci Maier… Hepsi şöhretlerini lider karakterlerine ve insanlar üzerindeki etkilerine borçludurlar. Doğal olarak hem edebi metinler hem de sinema fırsat buldukça görkemlerine yakışır şekilde anlatır kendilerini. Ancak unutmamak gerekir ki, anlatılmaya değer hayatlar bu ünlü kişilerinkiyle sınırlı değildir.

Şimdiki dosyamızda sıradışı hayatları sayesinde sinemanın kıskacına girmiş ünsüz – ya da az ünlü- isimlere kısaca göz atalım. Elbette bir üst paragrafta bahsettiğimiz önemli kişiler de “sıra içi” değildi fakat hikayelerinin dünya tarafından öğrenilmesinde sinemanın katkısının büyük olduğu iddia edilemeyecek karakterlerdi. Normalde meraklısı olmadıkça haklarında hiçbir şey bilemeyeceğimiz kişilerin hayatlarına uzun uzadıya göz atmak ise, şüphesiz ki sinemanın insanlığa geçtiği en büyük kıyaklardan birisi. Sinema olması kendilerinden haberdar olmayabileceğim karakterleri düşünüp az ünlüsünden “yahu bunu az ünlü kategorisinde mi ele alıyorsun” dedirtenine kadar 25 filmlik/karakterlik bir liste yaptım. Elbette gözden kaçan epeyce olmuştur, dileyen yorumlar kısmında hatırlatabilir. Kronolojik olarak filmlere ve kişilere değinme zamanı. Sıradışı biyografiler turumuz başlasın…

1 – Marie Antoinette (1938 & 2006)

marie-antoinette.jpg
Karakter: Marie Antoinette
Oynayanlar: Norma Shearer(1938), Kirsten Dunst (2006)

Talihsiz bir açılış oldu. Muhtemelen hiç filme çekilmese bile Marie Antoinette karakterini bilecektik. Aslında tüm listenin “ben bunu filmi izlemeden önce de biliyordum zaten, aa bak bunu bilmiyordum 2-2 oldu” şeklinde değerlendirilmesini engellemek adına bazı isimlerin size çok ünlü gelebileceğini söylemek lazım. Marie Antoinette’e geçelim. Kendisi şahsi konumu, diplomatik entrikaları veya sürüklediği hareketleriyle değil, söylediği iddia edilen tek bir söz ile ünlü olmuştu: “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” İngilizce kaynaklarda “Let them eat cake” kalıbıyla karşımıza çıkan bu sözün gerçekten söylenip söylenmediği hâlâ tartışılmakta. Kimileri söylendiğine hiçbir kanıt olmadığını iddia ediyor, kimi tarihçi ise bahsedilen pastanın bildiğimiz anlamda yaş pasta değil, tereyağlı fransız ekmeği brioche olduğunun altını çiziyor. Hatta arkadaş geyiklerinde o pastanın makarna anlamına gelen pasta olduğunu da iddia etmiyor değiliz.

Tüm bu tartışmaların dışında tarihçe gerçekliği ispatlanmış olan ise bu özgün Fransa kraliçesinin 1793 yılında giyotin ile idama mahkum edilmiş olması. Üzerinden zaman geçtikçe komik olarak andığımız bir sözün yol açtığı şeyin trajikomedi olduğunu görmemizi sağlayan bu ölüm ile birlikte Marie Antoinette’in yaşamı da merak edilmeye başlandı. 1938 yılında W.S. Van Dyke, 2006 yılında ise Sofia Coppola, bu meraka yenik düşen iki sinemacı. Büyük ihtimalle gerçek olmayan bir söz dolayısıyla hâlâ istihza ve öfke ile anılan bu karakterin hakkını vermeye çalışan bu iki sinemacıdan özellikle Sofia Coppola değişik yaklaşımı ve olağandışı müzik kullanımıyla karakterine yakışır bir iş yapıyordu. Devir tarihi yeniden değerlendirme devri nasıl olsa.

2 – Bonnie & Clyde (1967)

Karakterler: Bonnie Parker & Clyde Barrow
Oynayanlar: Faye Dunaway (Bonnie), Warren Beatty (Clyde)

Ezginin Günlüğü’nün Leyla şarkısının nakaratında dilimize sıklıkla takılır: “anlamak bir ömür sürer, hayat neden kirlenir.” Bu retorik soruyu büyük buhran döneminde cevaplamaya çalışacak birisi, elbette ki “tüm kötülüklerin anası ekonomidir” diyebilecektir. Ekonomi, para, aslında genel olarak ‘sahip olmak,’ insanların birbirine yaptıkları kötülükleri temellendiriyor. Para azaldıkça suçlar artıyor. كازينو اون لاين عربي Masanın her zaman kazanmasına dayalı kapitalist sistemin çöktüğü dönemlerden biri olan büyük bunalım safhasında bazı insanların baş kaldırıp illegal yollardan para kazanmayı düşünmesi de beklenmedik bir şey değil haliyle. Public enemies (toplum düşmanları) adı verilen ve içlerinde John Dillinger’ın da bulunduğu bu insanlar bankalar soyuyor, suçlar işliyor ve dönemin koşulları için “dinsizin hakkından imansız gelir” düsturunu benimsiyorlardı. Bütün bunların yanında şaşırtıcı olan ise, halkın bu “büyük buhran suçlularına” olan bakış açısı.

1930’lu yılların başında çeşitli soygun ve cinayet olayına karışan Bonnie & Clyde çifti bugün dahi pek çok kişinin gözünde halk kahramanı. En azından uğruna şarkılar yazıldığını ve Arthur Penn tarafından 1967 tarihli unutulmaz bir filme konuk olduklarını biliyoruz. Her ne olursa olsun insan hatta insanlar öldüren birilerini olumlamak, kahramanlaştırmak insancıl değil. العاب بوكر للكبار Tabii ki o suçluların da esas karşısında durduğu şeyin “büyük suçlular” olduğunu unutmamak gerek.

3 – Jeder für sich und Gott gegen alle (1974)

Karakter: Kaspar Hauser
Oynayan: Bruno S.

1928 yılında, Nürnberg’de, elinde adres yazan bir kağıtla ortalıkta duran ufak bir çocuk görülür. Boyu olması gerekenden epey ufak, üstü darmadağın ve konuşma yetisinden bihaber olan bu çocuk, ileride tıpta bir sendrom adı olarak geçecek olan Kapsar Hauser’di . Doğduğundan beri insanlardan, çevreden izole olarak yaşamış, hayatı es geçmiş birisiydi Hauser. Onun yaşına gelen birinin hayatta öğrendiği hiçbir şey, Kapsar Hauser’in dağarcığında yoktu.

Werner Herzog’un 1974 tarihli filminde Kapsar Hauser, saf ve masum haliyle sokakta bulunuyor ve kendisini bulan kişi tarafından insanların arasına karıştırılıyor. Bu haliyle Hauser, pür insan ile toplumdan aldıklarıyla dolmuş insanın karşılaşmasını temsil eder bir hal alıyor.

Tıpta da kendine yer bulmuş bir karakterden bahsediyoruz. Hayattan izole olma, sosyalliği yaşayamama, içine kapanma, gün ışığından uzun süre mahrum kalma gibi durumlarda kişinin hem zihnen, hem bedenen gelişememesi vakası Kapsar Hauser sendromu olarak anılıyor.

Filmin bir diğer ilginç yanı ise Hauser’i canlandıran aktör Bruno S. Oyuncu, 3 yaşına dek hayat kadını olan annesi tarafından dövülen ve bu nedenle zihinsel problemler yaşayan, duyma yetisini yitiren, sık sık hapishaneye yatırılan birisiymiş. Werner Herzog kendisiyle karşılaştığında çok etkilenmiş ve muhtemelen Kapsar Hauser’i en iyi yansıtacak karakterin kendisi olduğunu düşünerek rolü kendisine teslim etmiş. Bruno S.’nin bu filmden önce herhangi bir oyunculuk deneyimi olmadığını da ekleyelim.

4 – Lenny (1974)

Karakter: Lenny Bruce
Oynayan: Dustin Hoffman

Bir komedyenin görevi nedir? Bu soruya “biz güldürürken düşündüren değil, güldürürken düşüren komedyen istiyoruz” diye cevap verene de saygı duymalı. Ancak güldürürken sözünü sakınmayıp kafa da açan komedyenlerin yeri her zaman ayrı. Lenny Bruce da çok fonksiyonlu efsane komedyenlerden biri. Yaptığı her stand-up gösterisinden ayrı bir ‘deneme’ tadı alınan Lenny Bruce’un, showları kadar renkli olmayan yaşam öyküsü ise Bob Fosse’nin 1974 tarihli Lenny filminde aktarılıyordu.

Komedi yaparken ırkçılık, ahlak anlayışı ve adalet kavramı üzerine de dişe değer kelamlar eden Lenny’nin yaşadığı en büyük zorluk, zamanının fazlasıyla ötesinde olmasıydı. Bugün Amerika’da rahatlıkla ele anılabilen pek çok konu bundan 50 yıl önce tabu olarak görülüyordu. Haliyle 1950’lerde ayıp kavramını, ırkçı tabirleri ağzına rahatça sakız eden bir adam mutaassıp çoğunluğu rahatsız ediyordu. Bir kelimenin ayıp olmasının az kullanılmasından kaynaklandığını, ayıp olan kelimeleri bilhassa tekrarlayarak onların anlamlarını kaybettirmemiz gerektiğini, böylece hiçbir sözcüğün insanları incitemeyecek olduğunu iddia eden Lenny insanlara fazla geldi. Büyük bir ironi olarak ‘showlarında ahlaksızca konuştuğu’ iddiasıyla hakkında defalarca dava açıldı, hapse atıldı. Artık rahat yaşayamıyor, her gösterisinde kendisini izleyen takım elbiseli somurtkan adamlar oluyordu. Bir gün hakime “lütfen karar vermeden önce izin verin karşınızda bir gösteri yapayım. Tam burada. Eğer gülmezseniz beni idam edin. Ama güleceksiniz. Çünkü benim işim bu, güldürmek” diyordu. Başka bir gün akla tamamen aynı şeyi getiren iki ayrı kelimeden birinin ayıp diğerinin normal olamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Lenny Bruce henüz 40 yaşındayken evinde ölü bulundu. Hayat hikayesini ve esprilerini Dustin Hoffman’ın yorumuyla duyumsamak şimdiki nesillerin bu vahim olaylarla ilgili tek tesellisi sanırım.

5 – The Elephant Man (1980)

Karakter: John Merrick
Oynayan: John Hurt

Proteus sendromundan muzdarip olan John Merrick’in (asıl adı Joseph Merrick) öyküsü duyan herkeste burukluk yaratıyor. 5 yaşına kadar normal bir çocukluk yaşayan Merrick, o andan itibaren kafasının vücuduna göre orantısız büyümesiyle oluşan tuhaf görüntüsünün esiri oluyor. Yıllarla birlikte ilerleyen hastalığı hem işini hem de toplumda itibar gören bir vatandaş olma şansını elinden alıyor. Gelir elde edebileceği tek yolun sirklerde kendini sunmak olabileceği bir konumdayken yardımına koşan bir doktor sayesinde hayatının son yıllarını huzur içerisinde geçiriyor ve henüz 27 yaşındayken hayata gözlerini yumuyor.

Merrick’in hikayesi sıradan bir yönetmenin elinde (reklamlardaki sıradan deterjan tanımı gibi oldu ama kusura bakmayın) yoğun bir duygu sömürüsüne dönüşebilecekken ultra colormatik yönetmen David Lynch’in ellerine düşüyor ve farklı insanın yalnızlığı ve toplumun çürümüşlüğü üzerine başarılı bir metne toprak oluyor. Sanırım Lynch’in yorumundan daha ilginci çıksa çıksa David Crononberg’in elinden çıkardı.

Filmde Merrick’e yardım eden doktoru orta yaşlı bir Anthony Hopkins canlandırıyor. John Merrick rolünde ise kendini yırtan rollerin usta ismi John Hurt’ü izliyoruz. Hurt, yüzünü bile seçemediğimiz karakterini “Ben bir hayvan değilim, ben bir insanım” repliğiyle ölümsüzlüğe taşıyordu.

6 – Raging Bull (1980)

Karakter: Jake La Motta
Oynayan: Robert De Niro

Öfkeyle ilgili en çok kullandığımız iki atasözünün ortak vurgusunun ‘zarar’ olması tesadüf değil. Öfkeyle kalkan keskin sirkenin, küpüne zarar vererek oturacağını artık 5 yaşındaki çocuklar dahi biliyor. Scorsese’nin Jake La Motta’nın gerçek öyküsünden uyarladığı Raging Bull’un (Kızgın Boğa) en büyük önemi ise bu atasözlerini sinemanın nimetlerinden yararlanarak revize edip kıssadan hisse yoluyla ölümsüzleştirmesi.

1949 – 1951 tarihleri arasında orta sıklet dünya şampiyonu unvanına sahip olmasına rağmen, boks dünyasıyla iç içe olmayanların pek bildiği bir isim değil Jake La Motta. Kelebek gibi uçup arı gibi sokmadığı, veya rakibiyle dövüşürken Sinan Özen’in mısralarını hatırlayıp karşı tarafı kulağından öpmediği için dünyaca ünlü birkaç boksörden biri olma şansını kaçırmış. Ancak bugün bu ismi hala biliyorsak bunda ibretlik hayat hikayesinin ve çok daha iyi bir konumda olmasını engelleyen kontrol edilemez öfkesinin payı büyük.

Başarılı başlayan boks kariyeri orta sıklet dünya şampiyonluğu ve efsane Sugar Ray Robinson’u ilk yenen kişi olma gibi unvanlarla taçlanırken, giderek büyüyen öfkesi sonunu hazırlamaya başlıyordu. Çevresindeki insanlara güvenini yitiren, abisi ve karısına dahi hiç çekinmeden elini kaldırabilen bir canavara dönüşen La Motta, bu denli sorunlu bir yapı içerisinde eski gücünü ve unvanını da kaybediyor, sonrasında yıkıntılarla, hapislerle dolu bir hayata yelken açıyordu. En sonunda gördüğümüz hali ise büyük hayallerle başlayan kariyerini nasıl erittiğini anlamamıza yarıyor ve en son sahne ile ekrana boş boş bakmamızı sağlıyordu. Jake La Motta’nın en iyi yaptığı iş olan boksörlüğe çok çok erken veda ettiğini vahim bir şekilde idrak ediyorduk.

7 – Amadeus (1984)

Karakter: Antonio Salieri
Oynayan: F. Murray Abraham

Amadeus’un etiketine baktığımızda, karşılaşacağımız şeyin bir Mozart biyografisi olacağını zannediyoruz. Adı üstünde, Wolfgang Amadeus Mozart’ın Amadeus’u. Hatta filmi izlememiş, Mozart’ın hayatı hakkında da pek bilgi sahibi değilsek; zor şartlarda geçen çocukluk yılları, dinmek bilmeyen müzik aşkı, tüm engellere rağmen beste yapması, ilk yaptıklarının beğenilmemesi, direncinin kırılması ve sonra gelişen bir yığın olay sonucu dünyanın en büyük bestecilerinden biri olması şeklinde ilerleyen klasik bir biyografi bekleyebiliriz. Ama Amadeus bu beklentileri tamamen yıkan ve seyircisini iki kere ters köşeye yatırabilen bir film.

Film çalımlarına açılış sahnesinde başlar. Meczuplaşmış bir yaşlı adamın yanına, konuşmak için bir rahip gelir. Yaşlı adam eskinin ünlü müzisyenlerinden biri olduğunu iddia eder. Rahip ismini duyunca tanımaz. “İsmimi duymamış olabilirsin, ama eserlerimi duyunca tanırsın” der yaşlı adam. Eserlerinden birini çalar. Rahip anımsamaz. Bir diğer eserini çalar. Rahip yine pek çıkartamaz. Yaşlı adam öfkenelir. “Şunu dinle” der. Piyanoyla bir iki notaya bastığı anda rahip melodiyi tanır, hatta ağzıyla eşlik eder, devamını getirir. “Özür dilerim efendim, bu eserin size ait olduğunu bilmiyordum” der Rahip. Yaşlı adam sitemle bakar. “Bu benim eserim değil” der, “bu Mozart’ın”.

O yaşlı adam, Mozart’la aynı dönem müzik yapmış ama hiçbir zaman onun kadar ünlü olamamış Antonio Salieri’dir. Asıl biyografi olacak hikaye onunkidir. Zorluklar altında yaşar, babası müzisyen olmasına katiyen karşıdır. Okul çağı gelir geçer, içinde büyük bir müzik tutkusu vardır ama oturup çalabileceği bir piyano dahi yoktur. Yıllarca baskı ortamında yaşadıktan sonra babasının ölümünün ardından rüyasının peşinden koşmaya başlar. Biraz geç başlamıştır ama çalışarak arayı kapatır, her geçen gün üstüne ekler ve sonunda saray müzisyenlerinden biri olur. Ama hepsi bu kadar…

Salieri saray çevresinde tanınan bir müzisyenken dünyada müzik camiası tek bir isimden bahsetmektedir: Mozart. Genç Mozart’ın hayatı hiç de zor başlamamıştır. Zengin bir ailenin çocuğudur ve 5 yaşından itibaren piyano dersleri almaya başlar. Küçük yaşta konserler verir. Ve daha ufacık yaştayken büyük bir müzik dehası olarak anılmaya başlamıştır. Şımarık biridir Mozart, hatta eli işte, gözü oynaştadır. Salieri hayatını müziğe adamıştır, Mozart ise hem esprilerini yapar, hem gönlünü eğlendirir, hem de Salieri’nin hiç yapamadığı kadar iyi müzik yapar.

Salieri pes eder, isyan eder. “Neden ondaki yetenek bende yok?” der, “ondan daha fazla çalışıyorum, daha fazla istiyorum, ama neden olmuyor?” Bu soruya matematiksel bir cevap bulmak çok zordur. Çünkü Mozart, Amadeus’tur. Yani tanrının sevdiği kuludur. Bir hediyeyle doğmuştur, doğal haliyle iyidir. Salieri yapacağı bir şey olmayınca kıskançlığın pençesine kapılır. Tarihin en büyük kıskançlık hikayelerinden biri böyle başlar. Kendisini kaybeden Salieri’nin bir süre boyunca tek amacı Mozart’ın ayağını kaydırmak olmuştur. İşbu yüzden, Mozart’ın ölümünden sonra çektiği vicdan azabı nedeniyle yaşlandığında delirdiği iddia edilir.

Elbette filmde yer alan pek çok anekdot tarihi olarak kati bir biçimde doğrulanamamıştır ama doğru olan Salieri’nin hiçbir zaman Mozart kadar büyük bir müzisyen olamadığıdır. Buna rağmen Franz Liszt, Franz Schubert ve Ludwig Van Beethoven gibi kral isimlerin eğitiminde önemli rol oynamıştır Salieri. Yani kendi hayatında başaramadığı şeyleri, bazı cevval öğrencileri başarmıştır. F. Murray Abraham da azim, hırs ve kin duygularını bir arada taşıyan bu karakteri muhteşem canlandırarak en iyi erkek oyuncu Oscar’ını hakkıyla almıştır.

8 – Mask (1985)

Karakter: Roy Lee ‘Rocky’ Dennis
Oynayan: Eric Stolz

CDD ismi de verilen bir kemik hastalığı sonucu yüzü anormal boyutlarda olan Rocky Dennis, pek çok açıdan az önce değindiğimiz John Merrick’i andıran bir karakter. Henüz ergenlik çağındayken hastalığı sonucu yaşamını kaybeden Dennis, Peter Bogdanovich’in yönettiği Mask filminde karşımıza çıkıyordu.

Paper Moon ve The Last Picture Show gibi başyapıtların altında da imzası olan Peter Bogdanovich, şüphesiz ki bir David Lynch değil ve filmlerinde biçimin ön plana çıkması, seyircinin filmden uzaklaşması gibi durumlar pek görülmüyor. Dolayısı ile 1985 tarihli Mask filmi, 5 yıl önceki benzer temalı The Elephant Man’den farklı bir yerde duruyor. Hikayeye bu kez çocuğun annesini (Cher canlandırıyor), annesinin sevgilisini ve Rocky’nin gönlünü kaptırdığı kızı da katıyor ve biz de daha Hollywoodvari bir film izlemiş oluyoruz.

Yapısı gereği Fil Adam’a göre izlenmesi daha kolay bir film olan Mask, duygulara da hitap etmeyi başarıyor ve 80’ler sinemasına “bir izleyenin bir daha unutamadığı filmler” kontenjanından dahil oluyordu. Yüzü deforme olmuş Rocky’yi canlandıran Eric Stolz’u, yaklaşık 10 yıl sonra Pulp Fiction’da uyuşturucu satıcısı rolünde görmek de fil hafızalı sinemaseverleri tebessüme gark ediyordu.

9 – Born on the Fourth of July (1989)

Karakter: Ron Kovic
Oynayan: Tom Cruise

Ron Kovic tekerlekli sandalyeye mahkum bir insan. Ama aynı zamanda bir aktivist, savaş karşıtı gösterilerin yılmaz bir katılımcısı, hatta bu tip gösterilerin bayrak insanlarından bir tanesi. Peki Kovic her zaman böyle bir insan mıydı?

19 yaşındayken vatan ve ordu aşkıyla yanıp tutuşan bir gençti Ron Kovic. 4 Temmuz’da, yani Amerika’nın kurtuluş gününde doğmuştu. Bu tesadüf onun vatanına daha bağlı olmasını sağlıyordu. Amerika’nın ‘uluslar arası demokrasi götürme şenlikleri’ kapsamında en vahim ziyaretini yaptığı ülke olan Vietnam’a gitmek için 1965 yılında gönüllü olmuştu. Ülkenin neden o savaşta olduğunu sorgulamaktan ziyade ne yapsa haklı olduğunu düşündüğü vatanını savunma fikri ağır basmıştı. İlk gönüllülüğü tam 13 ay savaşın içinde kalmasını sağladı. Geldiğinde hala orduda yer alıyordu. Bir süre sonra gönüllü olarak tekrar Vietnam’a gitti.

Ancak ikinci ziyaretinde işler istediği gibi gitmemişti. Açıkta yakalandığı bir anda topuğundan ve omzundan vuruldu. Kendisini kurtarmak için gelen piyadenin gözlerinin önünde öldürülüşünü seyretmek zorunda kaldı (kendisini kurtarmayı başaran asker ise aynı gün içerisinde ölecekti). Vietnam’dan zorunlu olarak döndüğünde hala içinde ülkesi için savaşmanın gururunu taşımaktadır. Kendisinin savaşa gitme kararını eleştiren kardeşine kızar, anne babasına küser. Ona göre o en haklısını yapmıştır ve nedeni ne olursa olsun ülkesi için savaşıp vurulmak da şereftir.

Günler geçtikçe bu yeni, sakat haline alışmakta zorlanır Kovic. Depresyona girer, insanlarla iletişimi kesmeye başlamıştır. Tam bu noktada hayatı değişir. Hayatına giren yeni insanlar ona tekrardan hayat aşılamıştır. Sevmeyi öğrenir. Sevmeye başladıkça hayatta olmanın önemini kavrar. Daha sonra sorgulama başlar. Neden ülkesi için insanları öldürmekle görevlendiğini, neden savaşa hevesle gittiğini, ve o uzak ülkede ne işi olduğunu sorgular. Fikirlerinin değişimi kendisini de şaşırtacak bir hızla olmuştur. Bir zamanların radikal vatanseveri, artık öncül bir savaş karşıtıdır.

Ron Kovic’i canlandıran Tom Cruise bu hassas karakteri ve onun değişimini başarıyla ele almış ve kariyerinin en iyi oyunculuklarından birini çıkarmıştı. Rolle ilgili en ilginç tesadüf ise, 4 Temmuz doğumlu Ron Kovic’i canlandıran aktörün 3 Temmuz doğumlu olmasıydı.

10 – My Left Foot (1989)

Karakter: Christy Brown
Oynayan: Daniel Day-Lewis

My Left Foot ile tanışma hikayem ilginç. Bir gün kitaplar üzerine sohbet ederken “Sol ayağım diye bir kitap var” diyordu arkadaşım, “yazarı sol ayağıyla yazmış kitabı.” Birçok yerde daha gördüğüm bu bilginin gerçek olup olmadığını bilmiyorum (büyük ihtimalle doktoru Robert Collis’in yardımıyla yazılmış) ama Sol Ayağım kitabının hayattaki en büyük azim öykülerinden biri olduğunu biliyorum.

Filme de kaynaklık eden My Left Foot kitabının yazarı Christy Brown, beyin felci (serebral palsi) mağduru olarak 1932 yılında doğuyor. Vücudunu hareket ettiremediği gibi, zihinsel melekeleri de eksik çıkıyor Christy’nin. Bir süre için umutsuz vaka olarak görülüyor. Ancak daha sonra sol ayağını hareket ettirebildiği fark ediliyor. Sadece sol ayağı…

Annesi oğlundan vazgeçmiyor ve Christy’nin ayak parmakları arasında tebeşirler yerleştirerek onu eğitiyor. Ayağını eli gibi kullanmasını, hatta onunla yazı yazmasını sağlıyor. Annesi bir süre eğittikten sonra işi profesyonellere bırakıyor ve oğlunu doktor Robert Collis ile tanıştırıyor. Collis Christy Brown’u fiziksel olarak tedavi etmekle kalmıyor, entelektüel gelişimine de katkıda bulunuyor. Mezkur kitabı da onun desteğiyle yazıyor Christy Brown.

Koşullar ne olursa olsun, yaşama azminin gücünü vurgulayan kitabın film versiyonunda ise İrlandalı yönetmen Jim Sheridan’ı ve Christy Brown rolünde Daniel Day-Lewis i görüyoruz. Bu rol ile en iyi erkek oyuncu Oscar’ını ilk kez kucaklayan Lewis, aslında Christy Brown’a yabancı bir isim değil. Daniel’in şair babası Cecil Day-Lewis, yazarın doktoru Robert Collis’in arkadaşlarındanmış. Ancak film çekildiği yıl ikisi de hayatta olmadığı için Daniel-Day Lewis kendilerinden bu konuda bilgi alma şansına erişememiş.

11 – Goodfellas (1990)

Karakter: Henry Hill
Oynayan: Ray Liotta

Filmin açılış sahnesinde çalan şarkı Rags to Riches. Yani varoşlardan zenginliğe. Henry Hill’in hayatını özetlemesi için itinayla seçilmiş.

Küçük yaştan beri yaşadığı fakir semtte üç kuruşla geçinmemeyi kafasına takmış ve suç alemine büyük bir hevesle karışmış bir karakter Henry Hill. Şehrin büyük isimlerinin yanında getir-götür işleri yaparken gel zaman git zaman önemlice bir yer de edinmiş oluyor. Yaptığı şey ise haraç toplamak, kaçakçılık yapmak ve adam öldürmekten başka bir şey değil haliyle.

İşledikleri suçların cezasını çekmiyor, bilakis mükafatını alıyor Henry. Çünkü sokaklar onların, şehir onların. Gidip hiç rezervasyon yaptırmadan en lüks restoranda en ön masayı kapabiliyor. İstediğine çatıp, istediği yeri dağıtabiliyor. Polis filan hak getire, polis de onlardan.

Henry Hill bir süre suç dünyasında önemli bir figür olmanın keyfini çıkartıyor. Ancak tabii ki kanın, suçun içinde toz pembe bir hayat kurmak imkansız. Çok kısa bir süre içerisinde içinde bulunduğu sistem Henry Hill’e dişini gösteriyor. İşler zora girdiğinde, gözden çıkarılması hiç de zor olmuyor Henry’nin. Bir zamanlar kendisine güven sağlayan her şey, bir anda hayatı için tehlike haline geliyor. O çok sevdiği güç, bu kez kendisini öldürmeye çalışıyor.

Gangster filmlerinde malumumuzdur, 10 karakter varsa filmin sonunda dokuzu ölür. Ölümün içinde sağ kalmak zordur. Bu nedenle Henry Hill şanslı sayılabilecek bir karakter. Çünkü en sıkıştığı anda FBI’a sığınıyor. Kendisini onlardan koruması şartıyla tüm eski arkadaşlarını bir bir ihbar ediyor. Ve tanık koruma programı sayesinde nerede olduğu belirsiz bir evde yaşayarak hayatına devam ediyor. Büyümek için çıktığı gangsterlik yolu, sonunda onu ufacık bir eve tıkıyor.

Martin Scorsese Nicholas Pileggi işbirliğinin iki eserinden biri olan Goodfellas, Henry Hill’in yıllarını rüzgar gibi geçiren kurgusu ve korkutan oyunculuklarıyla anlatıyor ve bizi aleme girmiş kadar ediyordu. Ray Liotta ise özellikle sonlara doğru kontrolünü kaybeden Henry karakterinde hayatının rolünde gibiydi.

12 – Schindler’s List (1993)

Karakter: Oscar Schindler
Oynayan: Liam Neeson

Savaş, kötüdür. Şirket sahipleri? Belki ondan da kötüdür. Ama bu ikilinin birleşmesi her zaman kötü olmayabilir.

İkinci dünya savaşı sırasında Almanların Yahudiler üzerindeki mezaliminin canlı tanıklarından biri olan alman iş adamı Oskar Schindler, kurduğu fabrikada birçok Yahudi işçi çalıştırıyor, ve bu işçiler “işe yaramaları” gibi elim bir neden öne sürülerek soykırımdan kurtulmuş oluyorlardı.

Schindler fabrikayı açarken muhtemelen insanları ölümden kurtarmak gibi bir niyeti yoktu ancak günlerin ilerlemesi ve kıyımın şiddetinin artmasıyla onlarca Yahudi insanın tek yaşama şansı, Schindler’in fabrikasında çalışmak olmuştu. Başta olayın vahametini fark edemeyen Schindler, bir süre sonra onlarca insanın hayatının kendi ellerinde olduğunu fark edecekti. Artık kendisine kalan dünya üzerindeki en acıklı alışverişlerden birinin tarafı olmaktı. Para verip, insan hayatı alıyordu. Yanında çalışması için satın aldığı insanların hayata tek bağı olmuştu.

Savaş tüm şiddetiyle devam ederken, insanlık dışı muameleye maruz kalmama şansını yaşayan nadir insanlardandı Schindler’in çalışanları. Savaş, onların kemiklerini sıyırarak geçmiş, Schindler’i ise tek bir insan hayatı için ağlayacak hale getirmişti. Tek bir yüzüğün bir insan hayatı ettiği bir dünyada, ağlamaktan başka çaresi kalmamıştı.

Steven Spielberg filmografisinin en ağır filmlerinden biri olan Schindler’in listesi, Liam Neeson ve Ralph Fiennes gibi başarılı oyunculuklarla bizi siyah beyaz bir ikinci dünya savaşı hikayesine götürüyordu. Schindler’in insani yönü ve onca işçi almasındaki asıl nedeni hala tartışılmakta, ancak yaptığı şeyin bugün nesiller boyu süren bir hayatın devamlılığını sağladığı izahtan vareste bir gerçek.

13 – Ed Wood (1994)

Karakter: Ed Wood
Oynayan: Johnny Depp

İflah olmaz bir sinema sevdasının, insanı getireceği son noktalardan biridir Edward Wood. Anlatmak istediği hikayeler vardır, dinmek bilmeyen bir hevesi vardır, yorulmadan sinema için çalışan bir bedeni vardır. Ama çektiği karelerin hiç de gerçekçi olmadığını görecek göz yoktur, filmlerinin bu haliyle bir şey anlatmaktan çok güldürmeye yarayacağını fark etmesini sağlayacak izan yoktur belki de.

Zar zor ikna ettiği yapımcılara, anlaması çılgın bir beyin gerektiren filmler verir. Bir ahtapot maketini, durduğu haliyle canlı bir ahtapot gibi oynatmaya kalkışır. Çok sevdiği Bela Lugosi’yi, Vampira’yı ne olursa olsun filmlerinde oynatır. Ölmüş olsalar bile…

Herkesten farklı bir düşünce yapısına sahip yönetmenin uzun uğraşlar sonucu çekmeyi başardığı ve “hayatımın filmi” şeklinde adlandırdığı film, bugün komedi festivallerinde topluca izlenip dalga geçilen bir yapıt haline gelmiştir. İlginç olan ise, Ed Wood’un çektiği filmlerin, bugün izlediğimiz diğer kötü filmlerin yapısıyla tamamen zıt olması. Bugün izlediğimiz çok kötü filmlerin, genellikle kolay yoldan para kazandırması özensizce çekilen filmler olduğunu görüyoruz. Ed Wood filmleri ise can-ı gönülden çekilmesine, samimice kotarılmasına rağmen çok kötü, saf iyi niyete ve fedakarca çabalara rağmen çok kötü.

Bugün pek çok otoriteye göre dünya tarihin en kötü yönetmeni olarak gösterilen Ed Wood’un hayat hikayesini anlatmaya yeltenip başarıyı yakalayan çılgın isim Tim Burton’a ve “Cut” gibi bir replikle bile kendine hayran bırakabilen Johnny Depp’e haklarını teslim etmek lazım. 1994 gibi zengin bir yılda çıkmasına rağmen, en iyiler arasına girmeyi başarmış bir film Ed Wood.

14 – Shine (1996)

Karakter: David Helfgott
Oynayan: Geoffrey Rush

David Helfgott, Polonyalı bir piyanist. Akıllara ilk olarak vatandaşı ve meslektaşı Władysław Szpilman gelebilir. (Bu arada yazının formatına uygun gözükse de The Pianist filmi yazı içinde yer almıyor. Yazıyı çok fazla genişleteceği için bu tip “tarihe tanıklık etme biyografilerini” ele alamadım.) Ancak Helfgott’u çok farklı kılan yönler var.

Bir kere o da tıpkı Mozart gibi bir dahi çocuktu. 5 yaşında piyano çalmaya başlamış, yeteneğini belli etmişti. 10lu yaşlarında pek çok ödül kazanmış, büyüme yolunda hızla ilerlemekteydi. Eğitim için evinden ayrılan ve usta hocalarla çalışmaya başlayan David’i muhteşem günler bekliyordu.

Ancak ne olduysa o dönemde oldu. Zihni David Helfgott’a nahoş sürprizler hazırlamaktaydı. Kendisine Şizoaffektif Bozukluk teşhisi konmuştu. Depresyon, halüsinasyon gibi insan hayatını mahveden etkilerle boğuşuyordu. O “parlak” müzisyenin ışığı günden güne sönmekteydi.

Ancak bu kötü senaryoyu değiştiren şey, hayatın özünü teşkil eden ‘sevgi’ oldu. Tükenme noktasına gelen yetenekleri, sevginin gücü sayesinde tekrar parlamaya başlamıştı. Evet bu bir klişe, ama gerçek hayatın kendisi kadar klişe.

1996 tarihli Scott Hicks filmi Shine, David Helfgott’un çıkışa geçişinden sonra çekilmiş ve usta piyanistin hayata dönüşünün özeti haline gelmişti. Geoffrey Rush’ın devleşerek bir adet de Oscar almasını sağlayan filmden sonra da David Helfgott’un çıkışı devam etti. Bugün dünyanın sayılı piyanistleri arasında gösterilen, “onun yorumuyla bi Rahmaninov dinlemeden ölmemek lazım” cümlesiyle taltif edilen Helfgott, bu yazıdan iki ay önce de ülkemize gelmiş ve verdiği konser ile yurttaşları mest etmişti.

15 – The People vs. Larry Flynt (1996)

Karakter: Larry Flynt
Oynayan: Woody Harrelson

Biyografi ustası Milos Forman’dan bir diğer ayrıksı karakter. O da daha önce ele aldığımız Lenny Bruce gibi ayıp kavramına takmış durumda. Sahibi olduğu pornografik dergiyi her daim savunuyor. Çünkü her gün medyada, televizyonda kendi dergisindekinden çok daha pornografik şeylerin aleni olarak yayınlandığını iddia ediyor.

Larry Flynt mental sorunları olan bir adam değil. Gayet aklı başında bir şekilde pornografik yayınlarla uğraşmanın anlamsızlığını savunuyor. Haber bültenlerinden alınan görüntüleri gösteriyor. Patlamalar, savaşlar, yangınlar. Kan revan içinde parçalanmış, harap olmuş insanlar. Larry Flynt diyor ki: “Vahşeti, savaşı her gün televizyonlarda rahatça izliyoruz. Bir bombalama sonrası suratı dağılmış bir insanı çekiyorsunuz ve size Pulitzer ödülü veriyorlar. Oysa ki bunun yarısı kadar şiddet içermeyen bir çıplak kadın fotoğrafı çektiğinizde sizi yasaklıyorlar.”

Larry Flynt, toplumun üzerine çökmüş tabuları yıkmaya kararlı insanlardan biriydi ve bunu yapmaya çalışan pek çok insan gibi acısını da çekti. Avukatıyla birlikte mahkemeleri mesken edinen Flynt’in özel yaşantısı da gün geçtikçe tepetaklak oluyordu.

Woody Harrelson’ın Larry Flynt’e başarıyla hayat verdiği filmde sevgilisini Courtney Love, avukatını ise genç bir Edward Norton canlandırıyordu. Pornoya veya cinsel içerikli yayına karşı herkesin tepkisi farklı olabilir. Ancak Larry Flynt’i ve fikirlerini dinleyip kendisine hak vermemek kolay değil.

16 – Sick: The Life & Death of Bob Flanagan, Supermasochist (1997)

Karakter: Bob Flanagan

Hayatınızı anlatan bir belgeselin adının ‘Hasta’ olmasından daha vahim bir şey varsa, o da aynı belgeselin hayatınızı ve ölümünüzü anlatmasıdır. Maalesef 43 yaşında hayata veda eden Bob Flanagan için fazlası da var.

Genetik olarak taşınan bir hastalık olan kistik fibrozis nedeniyle hayatı mahvolan insanlardan biri Bob Flanagan. Asıl mesleği ise çok çeşitli: Komedyenlik, yazarlık, şovmenlik, müzisyenlik. İnsanlara pek çok dalda keyif vermeye çalışan bu adamın kendisinin keyif alması için ise zarar görmesi gerekiyor. Hastalığının getirisi olarak dünyada nadir görülen bir süpermazoşizm rahatsızlığına yakalanan Flanagan, kendisine işkence yapmadan duramıyor.

Flanagan’ın mazoşizmi, gösterilerinin de bir parçası oluyor sıklıkla. Hatta bu haliyle medyada da yer alıyor. Kendisini Nine Inch Nails grubunun “Happiness in Slavery” isimli parçasının klibinde kendisine işkence yapılan adam rolünde görebilmek de mümkün. Ancak içerdiği yoğun şiddet dolayısıyla klip yasaklanıyor.

Sinemacı Kirby Dick, bu enteresan kişiliğin hayatını incelemek için kamerasını alıp Bob’un yanına gidiyor. Hastalığının iyice ağırlaşmasıyla vücudu harap olmuş olan Bob, kendine çektirdiği acılarla yetinmiyor, eşi de sık sık kendisine işkence yaparak yardımcı oluyor. Bu tuhaf yaşamı izlemek çok zor. Özellikle tenasül organını bir çivi eşliğinde tahtaya çaktığı sahnede filmden vazgeçen izleyicilerin sayısı bir hayli fazla. Bu sahnelerin tamamen gerçek olması filmin rahatsız ediciliğini arttırıyor. Ve Bob Flanagan, bu talihsiz hayatına acı içerisinde veda ediyor.

17 – Man on the Moon (1999)

Karakter: Andy Kaufman
Oynayan: Jim Carrey

Listedeki en namlı isimlerden birisi Andy Kaufman. Bugün özellikle Amerika’da tevellütü eski olan kişilere sorulduğunda bir çoğu tanır; vaktiyle televizyonda bolca gözüken adam olarak. Oysa Andy Kaufman şov dünyasının gördüğü en kendine has karakterlerden biri ve kısacık hayatına onlarca deneyim sığdırmış gerçek bir efsane.

Küçük yaşta ranzasına çıkıp duvarlarda kamera varmış gibi şov yapmasıyla belli olmuş gideceği yön. İlk çıkışı ise gece kulüplerinde yaptığı gösterilerle oluyor. Tanınan bir sima olmamasının etkisiyle seyirciyi sıkça şaşırtmayı, şoke etmeyi hedeflediği gösterilerle televizyon camiasının da dikkatini çekiyor. Pek gönüllü olmasa da o dönem yayınlanan Taxi dizisinde Danny De Vito ve Christopher Lloyd gibi isimlerle birlikte oyunculuk yapıyor. Dizide canlandırdığı peltek ve ince sesle konuşan Latka karakteri aşırı derecede popüler oluyor ve kısa bir süre boyunca herkes Kaufman’ı Latka olarak anmaya başlıyor. Latka olarak programlara, şovlara davet ediliyor. Ancak bu iş hiç Andy Kaufman’ın kafasına yatmıyor. Diziden gelmeye devam edecek parayı umursamadan, kafasındaki işleri gerçekleştirmek için diziden ayrılıyor.

Bundan sonrası ise Andy Kaufman’ın gerçek anlamda takipçisini afallatmaya doyamadığı serüvenlerin toplamına dönüyor. “Hiçbir zaman komedyen olduğumu iddia etmedim,ben sadece çıkar performansımı sergilerim” diyor. Stand-up gösterisi yapıyor mesela. Herkes kendisinden Latka karakterini devam ettirmesini beklerken, alıyor eline The Great Gatsby kitabını, baştan sona okuyor ve kitabı kapatıp gösterisini sonlandırıyor. Gösterilerinin sonunda seyircilerin hepsine kurabiye ve süt ikram ediyor. Tony Clifton isimli huysuz Virjin’in erkek versiyonu gibi sahte bir karakter yaratıp fantastik sahne şovları sergiliyor. Televizyon programı yaparken ekranın ayarlarıyla oynuyor ve tv sahiplerinin televizyonlarının bozulduğunu düşünmesini sağlıyor. Sıkıcı geçen bir şovunun ardından seyirciye dönüp ‘elimden bu kadarı geliyor’ diyerek ağlamaya başlıyor ve ağlayışının ritmiyle müzik icra ediyor, oyuncu olarak katıldığı bir skeçte repliğini unutmuş gibi yapıyor, daha sonra kendisine repliğini hatırlatan rol arkadaşı Michael Richards ile bir anda –numaradan- kavga etmeye başlıyor. Seyirciyi gerçekten ‘avlayan’ bu gösterileri artık gerçek hayatının bir parçası oluyor. Her çıktığı şovda ayrı bir numarası gözüküyor. Ona göre gösteri demek beklenen espriler ve balon kahkahalar demek değil, Andy Kaufman seyirciye gerçek deneyimler yaşatmanın peşine düşüyor.

Bütün bunların sonunda henüz 35 yaşındayken kanser olduğunu öğrendiğinde, etrafındakiler bunun yeni bir numara olduğunu sanıyor. Televizyon ekranlarındaki gerçeklik algısını yıkan Kaufman, hayatın acı gerçeğine yenilmeye başlıyor. Ve daha yapacağı çok şey varken, genç yaşında hayata gözlerini yumuyor.

Andy Kaufman’ın ölümünden sonra bir kez daha hakkıyla hatırlanmasında, hakkında çekilen belgesellerin, R.E.M. tarafından icra edilen Man on the Moon şarkısının ve tabii ki Milos Forman’ın aynı isimli filminin payı büyük. Jim Carrey’in de olağanüstü bir performansla canlandırdığı Andy Kaufman’ın gerçekte aslında ölmediğini, hatta 2004 yılında tekrar Amerika’ya dönüp ailesinin yanına yerleştiğini iddia edenler bile var.

Bu yazı için bir istisna yapalım ve Kaufman’ın Taxi dizisinden ayrıldıktan David Letterman Show’a bitkin bir halde katıldığı, sonunda da olayı seyirciden para dilenmeye kadar götürdüğü videoyu paylaşalım. Seyircinin gülmekle “doğru mu söylüyor acaba” tereddütüne girmek arasında kalması, Andy Kaufman’ın döneminde nasıl bir etki yarattığını anlamak konusunda bize yardımcı oluyor.

[flashvideo file=http://video.ak.facebook.com/cfs-ak-ash2/33189/636/398675231375_62861.mp4 /]

18 – The Hurricane (1999)

Karakter: Rubin ‘Hurricane’ Carter
Oynayan: Denzel Washington

İçimizdeki Bob Dylan hayranları muhtemelen Hurricane filmine gelmeden çok daha önce Hurricane lakabını ve eski onursal orta sıklet dünya şampiyonu boksör Rubin Carter’ı duymuştur. Dylan’ın 1976 tarihli nefis albümü Desire’ın sekiz buçuk dakikalık açılış şarkısı Hurricane, eski dünyaca ünlü orta sıklet boksör Rubin Carter’ın ilgi çekici öyküsünün dünya tarafından bilinmesine yardımcı olmuştur.

Rubin Carter 24 yaşında profesyonel olmuş ve kısa bir süre içerisinde kendi sıkletinin en iyi boksörleri arasında gösterilmeye başlanmıştır. Yavaş yavaş zirveye doğru tırmanırken 1966 yılında başına gelen bir olay hayatını değiştirir.

Bir gece gerçekleşen bir bar baskını, iki kişinin öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Görgü tanıkları katilleri seçememelerine rağmen, iki siyahi insan olduğunu söylerler. Ve o gün cinayet mahalinde bulunan Rubin Carter apar topar gözaltına alınır. Daha önce de sabıkası bulunan Carter hakkıyla yargılanmadan hapse atılır ve mahkumluk süreci başlar. مواقع مراهنات كرة قدم

Carter’ın davası kısa bir süre içinde ırkçılıkla mücadelenin sembollerinden birine dönüşmüştür. Çünkü Carter beyaz bir vatandaş olsa muhtemelen aynı muameleyi görmeyecek ve bihakkın bir yargılanma süreci yaşayacaktır. Başta Bob Dylan olmak üzere pek çok aktivist bu duruma tepki gösterir. Ancak bu tepkiler o kadar etkili olmamıştır ki Rubin Carter tam 22 yıl hapiste yatar ve 1988 yılında nihayet yeniden yargılanmasının yolu açılır. Artık Rubin Carter’ın ne gençliği, ne de boks kariyeri kalmıştır. İkinci yargılamada, Rubin Carter suçsuz bulunur.

Etkileyici bir ‘ziyan edilen hayat’ hikayesi olan Hurricane ve Rubin Carter, son dönemde tekrar gündeme geldi. İddialar, mahkemenin ikinci yargıda doğru karar vermediği ve Rubin Carter’ın aslında gerçekten suçlu olduğu. Bu iddiaların doğruluğunu bilmiyorum ancak doğru olan bir şey varsa o da kimsenin ırkı nedeniyle bir önyargıya maruz kalamayacağı ve hiçbir insan oğlunun işlediği iddia edilen bir suç karşısında detaylıca yargılanmadan hüküm giydirilemeyeceği. Dolayısıyla ne olursa olsun içerisinden bu mesajları aldığımız film de, şarkı da boşa gitmiş değil.

19 – Erin Brockovich (2001)

Karakter: Erin Brockovich
Oynayan: Julia Roberts

Steven Soderbergh’in ödüllü filmi dört başı mamur bir güçlü kadın portresi. Kabul edelim ki ne Sophie’s Choice kadar kahır dolu, ne Alice Doesn’t Live Her Anymore kadar yalnız ne de Thelma & Louise kadar şiddet yüklü bir hikaye.

Bugün hala yaşayan ve birden fazla işi başarıyla sürdüren Erin Brockovich, gençlik yıllarında eğitiminin arasına güzellik yarışmalarını da sıkıştırır. 21 yaşında bir yandan yönetici adayı olarak bir firmada yer alırken, diğer yandan podyumlarda boy gösterir ve 1981 yılında Miss Pacific Coast seçilerek güzelliği tescillenir. “Madem tescili de aldım, artık ciddileşebilirim” diyen Erin, kısa bir süre sonra tekrar iş yaşantısına döner ve tarihe geçecek bir olayın kahramanı olur. Hukuk bürosunda çalışırken tıbbi kayıtlarda gözüne takılan enteresanlıkların peşine düşen Erin, ülkedeki dev bir petrol şirketinin içme suyuna krom karışmasını sağladığını fark eder. Kendi halinde yaşayan biri olarak, bu Erin Brockovich’i aşan bir dava olarak gözükmektedir. İçinde bulunduğu şirket, petrol şirketine göre ziyadesiyle ufaktır. Ancak Erin yılmaz ve davayı açar. En büyük destekçisi ise patronu olmuştur. Bu gözüpekliğin sonucu ise, dünya tarihine geçecek kadar yüksek miktarda bir tazminat kazanılması olmuştur. Erin Brockovich’in bu başarısı, çevre davaları tarihine de altın harflerle yazılmıştır.

Bu öyküden uyarlanan film ise tartışmaları oyuncu eksenine indirmesi açısından ironikti. Julia Roberts filmde Erin Brockovich’i canlandırmak için özel bir jimnastik süreci yaşamış ve göğüslerini büyütmüştü. Ancak filmi izleyen pek çok kişi Erin Brockovich’in Julia Roberts’tan daha güzel olduğunu ve filmde kendisinin başrol oynaması gerektiğini savunuyordu. Kaldı ki ufak bir rolde de olsa Erin Brockovich kendi adını taşıyan filmde oynuyor. Filmde bir garsonu canlandıran Brockovich’in yaka kartında isim olarak Julia R. Yazması ise filme dair en keyifli anlardan.

20 – A Beautiful Mind (2001)

Karakter: John Nash
Oynayan: Russell Crowe

A Beautiful Mind ülkemizde spoiler taşıyabilecek bir isimle vizyona girmişti. Biz filme kısaca “Güzel Bir Akıl” diyelim. Güzel bir akla sahip olan John Nash’in yeni üniversitesine gelmesiyle hikayemiz başlar. Keskin zekasıyla klişe olmayacağını bilse yaşıtlarının arasından sıyrılacak olan Nash, o dönem arkadaşlarının gönül işleri üzerine düşerken, bugün bile matematikte önemli bir yeri olan Oyun Teorisi ile ilgili Nash Dengesi kavramını geliştirir.

Matematik dalında büyük bir başarı beklerken bir anda kendisini devletin derinliklerinin içinde buluyor. Kendisi çok özel birimler tarafından seçiliyor ve uluslar arası savaş şifreleri çözmesi isteniyor. Şifrelerin her yerde olduğu söyleniyor, gazeteler, kitaplar…

Evlenmesine rağmen ne eşiyle ne de işiyle ilgilenebiliyordu Nash, sürekli şifrelerin, gizemin peşindeydi. Hayatı, psikoloji k durumu hiç de iyiye gitmiyordu. John Nash hiç de normal bir durumda değildi. Ya aklını oynatmıştı, ya da aklı kendisine oyunlar oynuyordu…

Modern matematiğin en mühim figürlerinden biri olan John Nash’in gerçek hikayesi kendisini tanımayanlar için büyük sürprizlerle doluydu. Gerçekten çok zor günlerden geçmiş, insanın hayatta kalması için şanslı olması gereken durumlara düşmüştü. Ancak nihayetinde geriye uzun yıllar sonra değeri bilinen, sevilen ve yaşama tamamıyla tutunmuş bir adam kaldı. Hayat hikayesine ait sürpriz finalli film ise Ron Howard Brian Grazer ortaklığının en güzel filmlerinden biriydi. Russell Crowe’u bile sevimli göstermişti John Nash karakteri.

21 – Catch Me If you Can (2002)

Karakter: Frank Abagnale Jr.
Oynayan: Leonardo DiCaprio

Dostunu yakın tut, ama düşmanlarını daha yakın tut diye bir söz var. Aslında İngilizce söylenince daha karizmatik. Neyse yazının sonunda İngilizce’sini de yazarız. Gelelim FBI’ın bu sözü uygulamaya geçirmesini sağlayan kahramanımıza.

Adı Frank Abagnale Jr. Ergenlik çağına kadar normal bir yaşam süren Frank’in aklı, anne babasının boşanmasından sonra başka yerlere kayıyor. Hem ailesinin içinde bulunduğu durum, hem de bünyesini yakmaya başlayan gençlik ateşiyle harekete geçiyor ve dolandırıcılığa başlıyor Frank. İlk kurbanı ise yakınından oluyor: babası.

Babasının kredi kartını alıp diyar diyar gezdikten sonra, binlerce dolarlık bir faturayla babasını baş başa bırakıyor. O andan itibaren envai çeşit kılıkla dolaşarak alengirli işler çevirmeye başlıyor. Doktor oluyor, avukat oluyor, pilot oluyor. Ama esas uzmanlığını çek alanında gösteriyor. Sahte çekler bozdurma ve üzerinden para kazanma konusunda profesör düzeyine çıkıyor. Bu yolla kazandığı para milyon dolarları aşınca, Beatlesvari bir etkiyle FBI’ın aranılanlar listesinde tepelere çıkıyor. Ama Frank aklı ve kurnazlığıyla pek çok kez “sıkıysa yakala” demeyi başarıyor peşindekilere.

Gün gelip yakalandığında ise, talih bir kez daha gülüyor Frank Abagnale’e. FBI, çek konusunda uzman olan bu şahsı hapse atmak yerine, onun ulu deneyiminden yararlanmak istiyor ve kendisine çek sahtekarlığı konusunda danışmanlık işi veriyor. Bu sayede hem Frank’in yaptıkları yanına kar kalıyor, hem de FBI çek konusunda en bilgili kişilerden birini işe almış oluyor. Ne demiştik, “keep your friends close, but your enemies closer.”

22 – Confessions of a Dangerous Mind (2002)

Karakter: Chuck Barris
Oynayan: Sam Rockwell

Televizyon dünyasının perde arkası hepimizin “neler dönüyordur kim bilir” kalıbıyla tanımladığımız bir dünya. Haliyle ilginç bir ‘televizyon dünyasının perde arkasının perde arkasında neler dönüyor” hikayesi bizi epey afallatmaya yetiyor.

Hepimiz hatırlarız, bir zamanlar televizyonda saklambaç isminde bir oyun vardı. Ortasındaki bir panelle ayrılan sahnenin bir tarafına seçici, diğer tarafına ise karşı cinsten üç adet aday oturur ve seçici kişi adaylara çeşitli sorular sorarak kendisi için en uygun adayı bulmaya çalışırdı. Bahsedilen programın formatı, ülkemize Amerika’dan gelmiştir ve orijinali The Dating Game olan bu projenin mucidi dönemin yaratıcı televizyoncusu Chuck Barris’tir. Barris pek çok tutan format üreten ve ratingi yukarıda tutmayı beceren başarılı bir televizyoncuydu, ancak çok daha büyük bir sır taşıyordu.

Kendisi CIA tarafından uzun süre takip edilmiş ve sonunda ajan olması ve CIA adına çalışması için ‘ikna’ edilmişti. Artık iki işte birden çalışıyordu. Televizyoncu olması kendisinin en büyük kılıflarından biriydi, zira program formatı gereği istediği ülkeye ziyaret yapabiliyor, bu sürede oradaki enternasyonel işini de halledip ülkesine geri dönüyordu. Kariyerinde gel-gitler olsa da uzun yıllar boyunca bu iki zor işi yapmış, enteresan bir karakterdi Chuck Barris.

Hayatını anlatan filmi George Clooney gibi usta adayı bir yönetmenin çekmesi ise kendisinin en büyük şansı. Kariyerinin rolünde Sam Rockwell yönetmene yardımcı oluyor ve ortaya 10 yılın en renkli işlerinden biri çıkıyor. Filmde ayrıca geleceğin star adaylarından Michael Cera’yı Chuck Barris’in çocukluğu olarak görebiliyoruz.

Barris’in öyküsü ve mezkur filmle ilgili en enteresan nokta ise, Barris’in hayatına dair bu anlattıklarının herhangi bir belgesi olmaması ancak CIA tarafından da bir türlü yalanlanmamış olması. Belki de filmde gördüklerimizin tümü Barris’in hayal gücünün ürünleriydi, ama açık konuşmak gerekirse öyle olsa bile bu Chuck Barris’i daha az orijinal biri yapmıyor.

23 – Monster (2003)

Karakter: Aileen Wuornos
Oynayan: Charlize Theron

Hollywood seri katilleri sever. Hani pür bir sevgi beslediklerini iddia etmeyelim ayıp olmasın ama, seri katil hikayeleri her daim sinemacıların kıskacında olmuştur diyelim. Bir seri katil Amerika sınırları içindeyse film hakları gazetede ilgili haberi okunur okunmaz alınır. Üstelik bir de bu katil bir kadınsa?

Alışılmışın dışında bir portreyi, bir kadın seri katili anlatıyor Monster filmi. Filmle ilgili sürekli Charlize Therondan ve aldığı –“ayy nasıl çirkin yapmışlar görüyo musun”- kilolardan bahsedilince filmin içeriği epey geride kalır ve Aileen Wuornos’un 7 kişiyi öldürmesine neden olanlar üzerine daha az düşünürüz.

Aileen doğduğunda annesi henüz 17 yaşındadır. Doğumuna iki ay kala babasından ayrılmıştır. Babası ise bir çocuk tacizcisidir ve işlediği bir cinayet sonrası girdiği hapishanede kendisi asar. Aileen hayatı boyunca babasını tanımamıştır. Aileen’in bir tek annesi vardır ancak o da henüz altı aylık olan bebeğini bırakıp gitmekte bir mahsur görmez. Aileen’i büyükannesi ve büyükbabası yetiştirir. Ancak bu şekilde de rahat bir hayat süremez. 13 yaşındayken tecavüze uğrar ve gayrımeşru bir çocuğu olur. Çocuğu evlatlık verir. 15 yaşındayken büyükannesi ölür ve büyükbabası Aileen’i evden atar. Evsiz kalan Aileen, geçimini sağlamak için hayat kadını olur.

Bir Türk filminde olsa, çocukluk aşkı gelip Aileen’i içinde bulunduğu durumdan ‘kurtarabilir’ ancak gerçek hayatta böyle bir şey söz konusu değildir. Geçmişini büyük bir nefretle alan Aileen, içindeki öfkeyi ne yazık ki katil olarak dışa vurmuştur. Kendisiyle ilişkiye giren 7 kişiyi öldürür. Sonunda yakalanır ve hapse atılır. Mahkemesinde idam kararı çıkar.

Umursamazlık ve şiddet eşliğinde yetişen bir bireyin, sadece kendisine değil, tüm insanlığa ne derece zarar verebileceğinin vahim bir örneğidir Aileen Wuornos. Son mahkemelerinden birinde söylediği söz ise en manidarıdır: “Yaptığım her şeyin altında korkunç bir öfke yatıyor. İdam edilmem gerek çünkü eğer hapisten çıkacak olursam yine cinayet işlerim.”

24 – Mar Adentro (2004)

Karakter: Ramón Sampedro
Oynayan: Javier Bardem

Yaşama hakkı, insanın doğasından gelen en temel hakkı. Ramon Sampedro’nun tuhaf öyküsü ise, bizi ‘ölme hakkı’ üzerinde düşünmeye itiyor.

Henüz 25 yaşındayken gerçekleştirdiği dalışın hayatını kaydıracağını bilmiyordu Ramon Sampedro. O gün üzerine atladığı su, kendisini kaldıracak kadar derin değildi ve kafasını dibe vurarak felç olmasını sağlamıştı. Ramon Sampedro yaşıyordu ama konuşmak ve yemek yemek dışında neredeyse hiçbir fonksiyonunu yerine getiremiyordu. Ne doğrulabiliyo, ne yürüyebiliyor, ne ellerini oynatabiliyor, ne de, kendini öldürebiliyordu.

Hastalığından bir süre sonra Ramon’un tek isteği, ölerek sonsuza dek acılarından kurtulmaktı. Ancak bunu kendisi gerçekleştiremiyordu. Çevresindekilerden rica ettiğinde ise etrafındakiler iki soruna takılıyordu. 1- Kendi rızasıyla dahi olsa birisini öldürmek suç sayılıyordu. 2 – Bir insan arkadaşını nasıl öldürebilirdi?

Sampedro’nun çevresindekilerini ikna etmesi yıllar aldı. Ancak yine de kanun geçerliliğini koruyordu ve kendi isteğiyle kendisini öldürecek arkadaşı hapse girmek durumunda kalacaktı. Ramon bunun için enteresan bir yol buldu. 11 arkadaşına, kendisini öldürme işinin 11 ayrı parçasını iş olarak verdi. Birisi kendisini zehirleyecek olan ilacı aldı, birisi kutusundan çıkardı, birisi suya kattı, birisi içine pipet koydu. Kanuni olarak yaptıklarının hiçbiri adam öldürme suçu gibi gözükmüyordu. Ramon arkadaşlarına da yük olmamanın sevinciyle 29 yıldır beklediği anı yaşadı ve 54 yaşındayken içinde zehir bulunan suyu için ebediyete gitti.

Ramon’un hikayesi ve “insan istiyorsa ölmesine müsaade edilmeli midir?” sorusu halen zihinleri kurcalamakta. Film de Amenabar’ın duru yönetimi ve özellikle Javier Bardem’in harika oyunculuğuyla bu soruları tekrar gündeme taşımıştı. İnsanın kati bir karara varması zor. Ama filmin ortalarında Ramon’un kendisini hayatta kalmaya ikna etmeye çalışan rahiple girdiği diyalog en azından bazı istisna durumları anlamamızı sağlıyor:

  • Ramon: Ben özgürlüğümü istiyorum.
  • Rahip: Bir hayata mal olan özgürlük, özgürlük değildir.
  • Ramon: Bir özgürlüğe mal olan hayat, hayat değildir.

25 – Le Scaphandre et le Papillon (2007)

Karakter: Jean-Dominique Bauby
Oynayan: Mathieu Amalric

Tıpkı Mar Adentro gibi bir felç hikayesi. Ama belki de onun karşıtı olacak cinsten.

Bu kez Jean-Dominique Bauby’nin hayatındayız. Bir Fransız dergisinin editörü olan Jean-Do, 43 yaşındayken bir gün hayatının en ağır hastalığını yaşar. Felç olmuştur. Vücudu, bacakları, kolları bir yana, Bauby kafasını dahi oynatamamaktadır, konuşamamaktadır. Locked in sendromu adı verilen duruma yakalanmıştır. Sadece sol göz kaslarını oynatabilmekte, yani yapabildiği tek hareket sol gözünü açıp kapamakla sınırlıdır.

Bauby buna rağmen hayattan kopmaz. Sadece sol gözünü açıp kapamakla da olsa, hayatla bağlantısı vardır. Onu kullanır. Sol gözünü açıp kapayarak insanlarla iletişim kurmaya başlar. Sol gözünü açıp kapama frekanslarıyla, mors alfabesi vasıtasıyla söyleyeceklerini söylemeye başlamıştır. Sürekli kilo veren Bauby’nin hayatı giderek zorlaşmaktadır. Hayatında az süre kaldığını hisseden çoğu kişinin yaptığını yapmak ister Jean-Do, hayatını anlatan bir kitap yazmak.

Ancak o durumdaki biri için bu imkansız gözükmektedir. Yine de yılmaz. Gözlerini kırparak harfler oluşturabiliyordur. Harfler, cümlelere, cümleler paragraflara, paragraflar da bir kitaba dönüşebilir diye düşünür. Etrafında onun için cümlelerini kağıda dökecek birileri vardır. Kitabını yaz(dır)maya başlar.

Sadece gözlerini kullanabiliyordur. Bir kelimeyi yazdırması yaklaşık 2 dakika sürmektedir. Hataya, silmeye, geri dönüp bir şeyler eklemeye imkan yoktur. Kafasında tüm kurguyu yapıp, öyle söylemeye başlar Bauby. Sadece sol gözünü kullanarak, yaklaşık 200.000 kez kırpması sonucu kitabı bitirir. Çok zamanını almış, bu süreçte de çok fazla kilo vermiştir Jean-Do, ama sonunda kitabını tamamlar. Kitap 1997 yılında “Dalgıç Giysisi ve Kelebek” ismiyle yayınlanır. Kitap yayınlandıktan bir ay sonra ise Jean Dominique Bauby hayata gözlerini yumar. Muhtemelen bir nebze de olsa huzurludur.

Not: Zaman kısıtı nedeniyle aynı kategoride sayılabilecek Kinsey, Into The Wild, Grizzly Man, Public Enemies, The Soloist, Milk, The Insider, Factory Girl, The Damned United ve The World’s Fastest Indian gibi filmlere değinemedim. Bağışlamanızı dilerim.

Yorumlar

Bir cevap yazın