Malûm dört yılda bir gerçekleşen dünya kupası ayının içerisindeyiz. Bir zamanlar çoğumuza yaz eğlencesi olan, bilimum ülkenin futbol dışında kafa tutamayacağı ülkelere kafa tutabildiği, saha içinde sayısız yıldızın hünerlerini gösterdiği bir dönemdi. Günümüzde ise bu aya kutsal bakan futbol sevdalıları haricindekilere, yorucu gelen, daha da endüstirileşen bir futbolun gözlere sokulduğu, zamanında önemli takımlarda standart sayılabilecek yetenekte futbolcuların benzerlerinin dünya yıldızı olarak kabul görüldüğü bir dönemdeyiz artık. Bu değişimlere ve futbolun standartlaşması ve statikleşmesine rağmen, dünyadaki hâlâ en popüler spor ve dünya kupası da hâlâ farklı halkların söz söyleme alanı. İşte bu yazıda milyonların oyunu futbolun sinema ile bütünleşmesine ve serüvenine bakıyoruz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya üzerindeki en popüler spor olan futbolun yıldızı, en popüler eğlencelerden biri olan sinemayla pek barışık olamadı. Sinemacılar nedense futbola pek sıcak bakamadılar. Gerçi futbolun tarihine bakılınca gerek birçok önemli yıldızın hayat hikayeleri olsun, gerek futbolun politikaya paralel giden hikayesi olsun gerekse de tarihi değiştirebilecek maçlar olsun bir çok malzeme var. Spor filmlerinin bir nevi duayeni olan Hollywood sineması komediler ve çocuk filmleri haricinde pek futbola kendi sporları gibi sıcak bakamadığı için belki de böyle bir sonuca varıldı. Amerikan toplumunun futbola biraz yabancı olmasından kaynaklanan bir durumdu bu. Gerçi son yıllarda Goal adlı iki film yapılsa da bu filmler pek çok sinemasever ve futbosevere göre fazla yüzeysel bulunmuştu.
Aslında, futbol ve sinema denince sinemaseverlerin aklına ilk olarak bir Macar filmi gelir; 1962 yılında macar yönetmen, Zoltan Fabri’nin yapmış olduğu Két félidö a Pokolban ya da türkçesi ile Cehennemde İki Devre. Gerçek bir olaydan esinlenen bu filmde Alman işgalindeki işgal kuvvetlerinin takımı ile Almanların ölümkalım maçı anlatılıyordu. Yaklaşık 20 yıl sonra Cehennemde iki Devre’nin Hollywood versiyonu Escape to Victory ( Zafere Kaçış) yapıldı. O zamanın Pele gibi önemli topçuları ve Sylvester Stallone, Michael Cane gibi önemli starların rol aldığı filmde yönetmen koltuğunda John Huston oturmaktaydı. 90lı yıllarda da Türk TV kanallarında hatrısayılır sayıda yayınlanan ve ülkede de hatrısayılır bir popülerlik yakalayan bu film kuşkusuz Hollywood’un yapmış olduğu en başarılı futbol filmi olarak yerini aldı. Amerikalıların futbola yabancılığı futbolun ruhunu anlamamaları ne bir bir beyzbol ne de onların futbolu kadar çarpıcı hikayeler sunamadı sinemaseverlere.
Avrupa sinemasında da durum farklı olmadı. Cehenemde İki Devre kadar futbolu ya da futbolcuları anlatan etkileyici filmler pek çıkmadı. Futbolun beşiği kabul edilen İngiltere sinemasında genelde ana bir futbol konulu film yerine futbolun yan hikaye olarak kullanıldığı filmler yapıldı. Fakat İngiliz sineması futbolun kendisine fazla yönelmese de bir İngiliz kültürü olan holiganizm hakkında güzel örnekler sundu. Özellikle 2004 yapımı The Football Factory oldukça iyi ve etkileyici bir holiganizm filmi di. Bir yıl sonra yapılan Green Street Hooligans filmi de aynı şekilde ses getirdi.
Futbol temalı unutulmaz İngiliz filmi ise1997 yapımı Fever Pitch idi. Nick Hornby’nin adeta pop kültür ikonu olmuş kitabından uyarlanmış filmde bir adamın Arsenal takımına olan tutkusu ile hayatı ve kız arkadaşı ile ilişkisi paralel bir şekilde veriliyordu. Tarihsel olarak Arsenal çok talihsiz ve saha içinde acı çekmiş bir talkımdı ve bu takımı sevenler aşırı ile tutku ile bağlı oluyorlardı. Fever Pitch, yıllar sonara hikaye fakiri Hollywoodculara da ilham kaynağı olup aynısından bir tane daha uyarlamalarını sağladı. Amerikalılar için futbol, uzaylılar için neyse oydu ve Amerikan usulü Fever Pitch’in tutkusu beyzbol ile verildi ve bir beyzbol takımı için fazla talihsiz saha içinde ve dışında acı çeken, dolayısı ile de taraftarları fazla tutkulu olan Boston Red Sox seçildi. Talih bu ya Fever Pitch uğurlu geldi ve aynı yıl Red Sox 76 yıl sonra şampiyon oldu. Aynı Arsenal’in filmin çekildiği tarihte yıllar yıllar sonra duble yapması gibi.
Başarılı yönetmen Gurinder Chadha’nın yine aynı yıllarda çekmiş olduğu Bend it Like Beckham filmi de başarılı bir futbol filmi sayılabilir. Futbol, bu filmde bir genç kızın büyüme hikayesine paralel olarak sunulmakta ve pek filmde gözükmese de asıl yıldızı olarak da günümüzün endüstriyel futbol yıldızı David Beckham verilmekteydi. Evet, David Beckham günümüz futbolunun yıldızı adeta. Saha içinde futbolcu olarak standart bir topçu olsa da, saha dışı hayatı, pop yıldızı karısı ve dış görümü ile geçmişin üst düzey yetenekli yıldızlarından daha farklı şekilde algılanmakta.
Beckham da birçok filmde ve TV şovlarında yer aldı. Beckham gibi birçok eski ve yeni yıldız da filmlere konuk oldu bunlardan sadece biri için farklı bir belgesel yapıldı. O da Fransız yıldız Zinedine Zidane için yapılan ve 90 dakika farklı sayıda kamera ile Zidane’ı saha içindeki hareketleri birebir inceleyen; biraz sanatsal olsa da oldukça sıkıcı ama bir hayli deneysel Zidane, un Portrait du 21e Siècle filmi idi. Günümüzde ise tam olarak bir futbol fimi sayılmasa da eski bir futbolcu olan ve filmde kendisini oynayan Eric Cantona’nın yer aldığı Ken Loach imzalı Loookin for Eric başarılı ve etkileyici bir film olarak tarihte yerini aldı. Başarılı, hırçın ama aynı zamanda felsefe mezunu bir entellektüel futbolcusu eskisi olan Eric Cantona futbolu bıraktıktan sonra diğer meslekdaşlarından farklı olarak sinema dünyasına oyuncu ve yapımcı olarak atılmıştı.
Futboldan sonra sinemada kariyer yapan bir başka isim de belki de futbol sahalarının görmüş olabileceği en “pislik” isim Vinnie Jones. Özellikle Guy Ritchie’nin filmlerinde oyunculuk yapan Jones, yeşil sahalardaki sert çocuk havasını kamera önünde de göstermekte . Hatta 2001 yılında 70lerin unutulmaz filmlerinden The Longest Yard’ın futbol uyarlaması Mean Machine’de başroldeydi. The Longest Yard bir Amerikan filmi ve gardiyanlar ile mahkumların amerikan futbolu maçını işliyordu. Mean Machine ise bir İngiliz filmiydi ve aynı olayın futbol versiyonu olunca başarısız oldu. Türkiye’de de bir dönem yeşil sahaların golcüsü olan Selim Soydan futboldan sonra karısı Hülya Koçyiğit sayesinde yapımcılık yapmıştı. Benzer şekilde ünlü yönetmen, Memduh Ün’ün bir zamanların başarılı topçusu olduğu gibi.
Filmlere geri dönersek, Avrupa sinemasında malzeme bol olmasına rağmen unutulmaz futbol filmleri pek çıkamadı. Her ne kadar futbol filmi sayılmasa da içindeki kaleci karakteri ve futbola göndermeleri ile Wim Wenders’in 1972 tarihli filmi Die Angst des Tormanns beim Elfmeter (Penaltı Atışında Kalecinin Korkusu) de Avrupa sinemasında klasiklerden biri oldu. Avrupa gibi diğer ülke sinemalarında da durum farklı değildi; futbol ya komedi filmlerinde ya da dramalarda paralel olarak kullanıldı. Bir futbolcunun hayatı birçok farklı ülke sinemasında işlenmiş ama tam olarak bir futbol filmi ortaya çıkamamıştı. 1999 yılında Khyentse Norbu’nun çekmiş olduğu Bhutan filmi Phorpa ( Kupa) ise anlatım ve işleyişi ile futbolun üçüncü dünyada ne kadar önemli olduğu olgusunu güzel bir şekilde vermiş bir örnek. Bhutan’daki futbolun ruhunu iyi anlatan Phorpa ne yazık ki, yine Asya sinemasından çıkma ve futbol filmi sayılabilecek Shaolin Soccer kadar dünya üzerinde popüler olamadı. Dünya’da güçlü bir sinema sayılan İran’ın yetenekli yönetmenlerinden Jafar Panahi’nin 2006 yılında yapmış olduğu Off-Side filmi ise o yıllarda ülkede çok tartışılıp hatta yasaklara maruz kalan kadınların milli maçlara gitme durumunu başarılı ve cesur bir şekilde işlemişti. Her ne kadar filmin ana fikiri, siyasi toplum eleştirisi olsa da futbolun ruhuna bakışı da oldukça güçlü idi.
Futbolun adeta bir din olarak görüldüğü Latin Amerika’nın sineması da diğer ülke sinemaları gibi futbola beklenen etkiyi yaratamayan filmlerle değindi. Gerçi, Gözlerindeki Sır filminde olduğu gibi farklı türlerdeki filmlerde futbol konusuna değinildiğinde tam olarak futbolun ruhunu anlatan sahneler çekebilseler de buna nazaran, bütünüyle dolu dolu futbol konulu filmleri pek yapamasa da, 2009 yılında çekilen Carlos Cuaron imzalı Gael Garcia Bernal’in başrolünde olduğu iki futbolcu kardeşin farklı hayatlarının ve kariyerlerinin anlatıldığı Rudo y Cursi, eğlenceli ve futbolcunun hayatına güçlü bir bakış açısı değinen film oldu.
Diğer sinemalarda futbola bakış pek iç açıcı olmazken ülke sinemasında daha bir elle tutulur futbol yapılmaya çalışıldı. Yeşilçam’ın futbola dair en akılda kalan filmi 1965 yılında yapılan efsane futbolcu Metin Oktay’ın hayatından kesitler sunulan Atıf Yılmaz imzalı Taçsız Kral‘dır. Metin Oktay’ın futbol dışı ve futbol içi hayatı başarılı ve duygusal bir şekilde verilmişti bu filmde. Metin Oktay’a bu filmde o dönemin ünlü isimleri de eşlik etmişti. Metin Oktay kadar efsane olmasalar da Şenol Birol ve Birol Pekel’in Fatma Girik ile birlikte rol aldıkları Şenol-Birol Gool filmiyle bir nevi kendi futbolcu hayatlarını canlandırmışlardı. Yine dönemin ünlü topçularından Varol Ürkmez zaten film gibi olan hayatını birkaç kez beyazperde de rol yaparak sürdürmüştü. 1980 yılında Aziz Nesin’in unutulmaz eserinden uyarlanan ve Kemal Sunal’ın kariyerinin en etkileyici rollerinden birini canlandırdığı Kartal Tibet imzalı Gol Kralı’da Yeşilçam’ın unutulmazları arasına giren bir futbol, daha doğrusu futbolcu filmiydi. Benzer şekilde hatta biraz daha dramatik olan İlyas Salman’ın bir futbolcunun kariyerinin başından çöküşüne kadar irdelenen Ya Ya Ya Şa Şa Şa filmi de 80li yıllarda o dönemi eleştiren bir yapıya sahipti. 2000 yılında iyi bir futbol sevdalısı olan Serdar Akar’ın çekmiş olduğu Dar Alanda Kısa Paslaşmalar da son derece iyi yapılmış ve etkileyici, futbol temalı filmdi. Bursa’da amatör bir takım üzerinden futbol ile hayatın paralellikleri ve insan ilişkileri son derece özgün bir şekilde verilmişti.
Yeşilçam sinemasında da çoğunlukla futbol temalı filmler bu işin emekçileri üzerinden verildi . Özellikle 70li yıllarda birçok Yeşilçam filminde bir futbol meraklısı, evin fanatik oğlu, mahallenin eski futbolcu abisi ya da filmin kahramanın futbol merakı bir futbol takımı sevdası üzerinden verildi. Bu futbol takımı da çoğunlukla o yılların en popüler ve en fazla taraftara sahip olan takımı Fenerbahçe oldu. Belki de toplumun karaktestik özelliklerine kulüp yapısına bir hayli benzemesinden bir nevi Yeşilçam’ın tutuğu takım Fenrerahçe idi. Günümüz Türk futbolundaki dinamiklerin değişimi, Galatasaray’ın taraftar yoğunluğunda Fenerbahçe’yi yakalayıp hatta geçmesi ve ülke genelinde Fenerbahçe’nin endüstriyel futbolu en acımasızca uygulayıp antipatikleşmesi artık beyazperdede de sıklıkla yer almamasına sebep oldu. Zaten günümüzde Yeşilçam sineması da geçerliliğini yitirdi Türk toplumu da farklılaştı.
Futbol, her ne kadar kurmaca hikayelerde pek etkin olmasa da unutulmaz belgesellerin ortaya çıkmasında etkin olmuştur. 1966 dünya kupasının anlatıldığı ve Abidin Dino imzalı, Goal!! (Altın Goller) belgeseli gerek anlatımı gerek estetik anlayışı gerekse de ritmi ile unutulmaz klasiklerdendir. Gerçi bir TV kanalı tarafından yapılsa da 2001 yapımı belgesel, The Last Yugoslavian Team de türün en başarılı örneklerinden biri olarak değerlendirilebilinir. Yugoslavya parçalanmadan önce son dünya gençler şampiyonluğunda şampiyon olan Yugoslavya genç milli takımı oyuncularının büyüdüklerinde farklı ülkeler altında biribirleri ile rakip, hatta düşman olmaları işlenen bu belgeselde, hem o dönemin yıldız futbolcularının savaşa ve hayata bakışları, hem de Yugoslavya’da futbol ile siyasetin nasıl paralel gidip savaşa etki ettiği oldukça güçlü bir şekilde verilmişti. İki yıl önce ünlü sinemacı Emir Kusturica, tüm zamanların en büyük futbolcularından biri olan ve hayat stiliyle de yegane bir isim olan Diego Armando Maradona hakkında bir belgesel yaptı: Maradona by Kusturica. Maradona’nın daha çok devrimci kişiliği ve anarşist ruhunu ele alan bu film Cannes’da yarışsa da sanki Kusturica tarafından biraz zorlama ile çekilmiş gibi gözükmekteydi. Aynı yıllarda İtalya’da da Maradona’nın biyografik kurmaca filmi çekildi. Zaten hayatı ile değil bir film, uzun soluklu bir arkasıyarın dizi bile çekilebilecek Maradona, bu filmde de iyi anlatılamamıştı.
Futbol bekli de dünyanın olgusu ama ne hikmetse sinemada hakkettiği şekilde bir türlü işlenilmedi. Belki futbol maçları sahnelerinin çekimlerinin zor olması, belki futbola dair yaşanan olayların çabuk unutulması; futbolun sürekli değişken dinamiklerinin bulunması ya da futbolun sürekli her alanda konuşulması sinemacılara gereken ilhamı veremiyor. Futbol dünyasında filmlere konu olabilecek birçok alt hikaye olmasına rağmen, bugüne kadar bütün başarılı futbol filmleri futbolcuları anlatan filmlerdi ve bu çoğu hikayede gerçek kişiliklerin değil kurmaca karakterlerin hikayeleri idi. Kuşkusuz dünyadaki çoğu insan televizyonda beyzbol maçına rastlarsa direkt kanalı değiştirir ama hangimiz en az bir beyzbol filminde duygulanmadık ki. Ya da dünyanın en sıkıcı takım sporu olan amerikan futbolunun konu edildiği Oliver Stone eseri Any Given Sunday seyreden herkesi heyecanlandırmamış mıdır? Belki Amerikalılar kendi sıkıcı sporlarını çok allayıp pulluyorlar. Ya da spora bakış açıları takım olgusundan çok bireysel atletler olduğundan filmlerine de kolay hikaye üretiyorlar ama dünyanın geri kalan futbolu seven ve yaşayan ülkeleri ise kolay kolay futbol hikayeleri bulamıyorlar. Kim bilir belki de futbol olgusuna tarafsız bakamadıklarındandır. Şüphesiz yukarıdaki satırlarda bahsedilen film örnekleri haricinde okurlar başka futbol hikayeli filmleri de hatırlıyabilirler ama hangi futbol filmi bir Hoosiersya da Rudy kadar unutulmazlar listesine girebildi ki?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.