Stockholm Sendromu terimini bilmeyen yoktur herhalde. Bu sendrom ortaya atıldığından beri az sayıda da olsa filmlerde, dizilerde işlendi, hatta bu sendrom hakkında çokça mavra yapıldı.
Stockholm Sendromu şu olaydan sonra ortaya atıldı: 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de bulunan bir bankaya birkaç adam girer. Bu adamların amacı tahmin edileceği üzere bankayı soymaktır ama girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır. Çok geçmeden bankanın etrafı polislerce sarılır. Soyguncular bunun üzerine bankadaki dört kişiyi rehin alırlar. Aradan altı gün geçtikten sonra soyguncular polislerin operasyonları sonrasında ele geçirilirler. Fakat enteresan bir durum ortaya çıkar: Rehineler, soyguncuların aleyhlerine ifade vermek ve duruşmada tanıklık yapmak istemezler. Hatta operasyon yapılırken soyguncuları korumaya da yeltenirler. Bir diğer enteresan durum da rehinelerden bir tanesinin bir yıl sonra soygunculardan biriyle evlenmesi. Bu olaydan sonra psikologlar bu olayı derinlemesine incelerler. Saptamaları sonucunda rehinelerde yaşanan bu bozukluğa “Stockholm Sendromu” adını verirler.
Yeşilçam şöyle bir incelendiğinde bilerek ya da bilmeyerek bu sendromun sıkça kullanıldığı görülür. Filmin ‘esas kız’ı, ‘esas oğlan’ tarafından kaçırılır. Aralarında geçen onca tartışma, kavga ve dövüşten sonra kız kaçmayı başarır. Ama bir süre sonra adama aşık olduğunu fark eder. Sadece bu üç cümleden yola çıkan onlarca senaryo yazıldı. Çoğunda da dediğim gibi bilerek ya da bilmeyerek bu sendrom işlendi. Örnek vermek gerekirse… Cüneyt Arkın’lı Osmanlı konulu filmlerin çoğunda Bizans kraliçesi ya da kraliçenin kızı Cüneyt’e er ya da geç aşık olacaktır. Çünkü Cüneyt, Bizans’ı fethetmeye gelmiş, bir süre sonra koskoca imparatoru inim inim inletmiştir. Cüneyt Arkın ve Gülşen Bubikoğlu’nun başrollerini paylaştığı, Osman F. Seden’in 1978’de yönettiği “Vahşi Gelin” iyi bir örnektir. Burada Arkın, Bubikoğlu’nu ahıra hapseder. Aralarında bolca tartışma geçer. Ama sonlara doğru Bubikoğlu, Arkın’a aşık olduğunu fark eder. Gene Cüneyt Arkın ve Hülya Koçyiğit’li “Gırgır Ali”, Cüneyt Arkın ve Emel Sayın’lı “Rüzgar”, Kadir İnanır’lı “Fırtına”, Arzu Film’den çıkan “Mavi Boncuk”, İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar’lı “Hülya” ve onlarcası daha…
Yeşilçam’ın yılda üç yüz film çekebilen bir sektör olduğunu düşünürsek Stockholm Sendromu konulu onlarca filmin çekilmesi de gayet anlaşılabilir hale geliyor. Özetle Yeşilçam’da sıkça kullanılan olaylardan bir tanesidir kaçıran ile kaçırılanın aşkı. Bu da genelde hep benzer şekillerde yapılmıştır: Bir amaç uğruna kadın, erkek tarafından kaçırılır ve hapsedilir. Aradan geçen zamanda kadın, erkeğe aşık olur. Tabi erkek de kadına kayıtsız kalamaz. Bu ana hikayeye yardımcı olan hikayeler suçla veya komediyle şekillendirilir.
Bu dosyada asıl toparlamak istediğimse Hollywood… Çünkü Yeşilçam bu sendromu dediğim gibi hep aynı şekilde işledi. Hollywood ise bunu çok daha başarılı bir şekilde perdeye aktarır. Gelin Hollywood’ta çekilen ve Stockholm Sendromu’na kıyısından köşesinden ya da tam merkezinden değinen filmleri bir bir irdeleyelim.
“Last Samurai”yı izlemeyen yoktur. Edward Zwick’in yönettiği filmde Tom Cruise ile Ken Watanabe başrolleri üstlenmişti. Hatırlanacağı üzere Cruise’un canlandırdığı Nathan adlı emekli asker, savaş meydanlarına döndükten sonra samuraylarca kaçırılıyordu. Zwick’in yönettiği “The Last Samurai” bu sendroma örnek verilecek en iyi filmdir kanımca. Nathan, Katsumoto’nun emriyle hapsedilir. Kaçması imkansızdır. Bir süre sonra Nathan kaderine razı gelir ve çevreyi tanımaya çalışır. Samurayları, Japon kültürünü, samurayların eşlerini, samurayların kurallarını ve yaşamlarını, doğayı tanır ve hepsinden etkilenir. Kendisini hapseden Katsumoto’nun kendisine iyi davranmasıyla Nathan’ın önyargıları parçalanır, Nathan buraya daha da adapte olur. Nathan onlara savaşmayı, silah kullanmayı öğretirken onlar da kendisine kılıç kullanmayı öğretirler. Bu alışveriş devam ettikçe Nathan ortamı ve kendisini kaçıranları daha da çok sever. Hatta gün gelir samuraylarla beraber eski cephesine savaş açar. Her şey olup bittiğinde kendi vatanına dönmek yerine Japonya’da kalmaya ve bir samuray gibi (gibisi fazla aslında) yaşamaya devam eder. Zwick’in ellerinden çıkan ve gayet başarılı olan bu film bu açıdan da övgüyü hak ediyor. Emekli bir askerin bir samuraya dönüşümü filmde başarıyla işleniyor. Stockholm Sendromu’nun tanımında bu sendromdan söz edebilmek için kötü birisine ihtiyaç duyulduğu belirtilir. Bu kişi birisini zapturapt altına almalıdır. Fakat “Last Samurai”da Nathan’ı kaçıranlar kötü değildir. Gene de ortada kötü karakterler olmasa da “Last Samurai”, Stockholm Sendromu’nu perdeye başarıyla taşıyan filmlerden bir tanesi, hatta en önemlisi.
“Dog Day Afternoon” bu sendromu ele alan diğer film. Fakat D.D.A. bu sendromu önplana koymaz. Sendromun altını çizmeden ele alır Sidney Lumet. Sonny ile Sal başarısızlıkla sonuçlanan soygunlarından sonra bankaya hapsolurlar. FBI ve polisin gelmesiyle işler daha da karışır. Bunun üzerine ikili, bankadakileri rehin alırlar. Bundan sonra sendrom işlenmeye başlanır. Rehineler şan-şöhret için rehin tutulmalarına, özgürlüklerine saldırılmasına seslerini çıkarmazlar. Hatta bundan zevk alırlar. Sonny’e zorluk çıkarmazlar. Tam tersine Sonny’nin askeri tecrübelerinden faydalanmaya çalışırlar. Ama şöyle bir sorun vardır: Bu sendromda kaçırılan ya da rehin tutulan kişi bir süre sonra kaçırana sevgi beslemeye başlar. Onu suçlamaz. Bazı kişiler kaçıran için hayatından feragat etme noktasına bile gelmektedirler. Bu filmdeyse rehinelerin hiçbiri Sonny için hayatlarını feda etmezler. Sonny nasıl onları kaçmak için elinde tutuyorsa onlar da Sonny’e seslerini çıkarmamalarının nedeni 15 dakikalık şöhrettir. Kameraya çıkmak her şeyden daha önemli bir hale gelmiştir rehineler için. O yüzden Sonny’e zorluk çıkarmazlar. Halbuki zaman zaman kaçma fırsatını yakalarlar.
“In Time” bu sendromu işleyen en yeni film. “The Truman Show”la tanıdığımız Andrew Niccol’ın en berbat filmi olmaktan kurtulamayan “In Time”da bu sendrom tıpkı bizim Yeşilçam filmlerindeki gibi kullanılır. Justin Timbarlake’in canlandırdığı fakir ama gururlu ve devrim yapmaya hevesli Will zengin bir adamın kızı olan Slyvia’yı kaçırır. Tahmin edileceği üzere önce kendisine direnen Slyvia bir süre sonra Will’e aşık olmaktan kendisini alamaz. Klişelerle dolmuş taşmış “In Time” ne yazık ki bu sendromu işlerken bile sığlıktan kurtulamıyor.
Alfred Hitchcock da bu sendromu bir kaç filminde kullanmıştır. İlki “The 39 Steps”. Kendi halinde yaşayan Richard bir gün evine bir kadın alır. Casuslardan kaçan bu kadın kısa sürede Richard’ın evinde öldürülür ve cinayet Richard’ın üzerine yıkılır. Richard kaçar. Kaçtıktan sonra bir adamın evine girer. Adamın karısı Richard’ın kimliğini çözer. Ama Richard’ın tehditleri ve kendisinin suçlu olmadığını izah edip kadını inandırması işe yarar ve kadın, Richard’ın arandığını kocasına söylemez. Hitchcock “The 39 Steps”‘te kısa bir şekilde kullanır bu sendromu. Hemen belirtelim ki “The 39 Steps” çekilirken henüz bu sendromdan bahsedilmemiştir. Yani Hitch yola Stockholm Sendromu’nu işlemek amacıyla çıkmamıştır. Ama sendromun adı ortaya atıldıktan sonra bu sendroma benzer hikayeleri bu sendromun içine alabiliriz.
Hitchcock’un en önemli filmleri arasında sayılan ama başyapıtlarının gölgesinde kalmaktan kurtulamayan “Saboteur”da Hitch tıpkı “The 39 Steps”te olduğu gibi masum bir kişinin kendisini aklamaya çalışmasına odaklanır. Barry Kane, çalıştığı fabrikada çıkan yangının sabotajcısı olarak mimlenir. Masum olan Kane bir yandan masumluğunu ispatlamaya çalışırken diğer yandan peşindekilerden kurtulmaya çalışır. Yolu onu bir dağ evine çıkartır. Burada kör bir kadınla tanışır. Bu kadın ona yardımcı olmaya çalışır. Tabi geçen sürelerde bu kadın, adama aşık olur. Hitchcock bu filmde sendromu tıpkı “The 39 Steps”teki gibi kullanır. Aslında “The 39 Steps” ile “Saboteur” arasında aşırı farklılık yoktur. İki film de masum olduğu halde suçlu olarak görülüp peşine düşülen karakterlerin kendilerini aklama mücadelelerine odaklanır. İki film de baş karakterin karşısına bir kadın çıkarır vs.
Steven Soderbergh’in George Clooney’e başrolü teslim ettiği filmlerden bir tanesi olan “Out of Sight”ta Soderbergh bu sendroma eğilir. Filmde Clooney’e Jennifer Lopez, Catherine Keener, Albert Brooks, Don Cheadle, Samuel L. Jackson gibi sağlam bir oyuncu kadrosu eşlik eder. Ülkenin en başarılı banka soyguncusu Jack Foley, hapishaneden çıktığı gün eski arkadaşının beş milyon dolarlık mücevherlerini çalmak için plan yapar… Karen zeki ve güzel bir federal ajandır. Jack tarafından bir süreliğine alıkonan Karen serbest kaldıktan sonra Jack’in peşine düşer. Filmde Clooney hırsızı, Lopez polisi oynamıştır. Klişelere fazla yer vermemesiyle, hırsız-polis arasındaki aşkı sulandırmamasıyla bilinen “Out of Sight” vasatı aşamaz. Hırsız ile polis arasındaki aşk, sendroma uygun olarak hırsızın polisi rehin aldıktan sonra başlar. Bu filmden beş yıl sonra Soderbergh’in daha başarılı olan Ocean’s 11’a imza attığını hatırlatalım.
“A Life Less Ordinary”… İngiliz yönetmen Danny Boyle, senarist John Hodge ve aktör Ewan McGregor’ı “Shallow Grave” ve “Trainspotting”ten sonra tekrar biraraya getiren, aksiyon-komedi-romantizm türündeki bir film. Epey komik sahnelere sahip olan “A Life Less Ordinary”de temizlik görevlisi Robert’ın işini kaybettikten sonra patronunun kızını kaçırması ve sonrasında gelişen olayları anlatır. Tabi bu kaçırılma vakasından sonra Cameron Diaz’ın canlandırdığı Celine ile Robert arasında önce bir nefret, ardından da bir aşk doğar. Boyle’ın çektiği en eğlenceli filmlerden olan “A Life Less Ordianary”de kaçıran ile kaçırılan arasında zoraki başlayan aşkla Stocholm Sendromu başarıyla işlenir.
Charlie Sheen’in 1994 yılında çektiği “The Chase” de bu sendromu işleyenlerden… Komedi ve aksiyon kırması olan “The Chase”de gene bir hırsız ve bu hırsızın rehin aldığı bir kadın arasında doğan aşka odaklanılır. Ne komik, ne romantik, ne de gerilimli olmayı başaran “The Chase” izlendikten hemen sonra unutulacak çerez filmlerden.
Woody Allen’ın slapstik-fütüristik filmi “Sleeper” bizzat fragmanında söylendiği gibi birbirlerinden nefret eden iki kişinin aşkına odaklanan bir film. Ülser hastalığı yüzünden uyutulan ve 200 yıl sonra uyandırılan Miles’ın diktatörlükle yönetilen Amerika’da başından geçen komik ve romantik olaylar anlatılır. Allen tarafından canlandırılan kahramanımız bedeni üzerinde deney yapmayı planlayan bilim adamlarından kaçarken Diane Keaton tarafından canlandırılan Luna ile karşılaşır. Onu kaçırdıktan sonra birbirlerine aşık olmaları kaçınılmaz hale gelir.
Bir örnek de Çin Sineması’ndan gelsin. Uzakdoğu sinemasının önemli yönetmenlerinden Ang Lee’nin 2000 yılında kotardığı “Crouching Tiger, Hidden Dragon” (Wo hu cang long) 19.yüzyılda geçen bir aksiyon filmi. Çin sinemasından alışkın olduğumuz aksiyonların (havada, karada, ağaçta, suda yapılan dövüşler, bu dövüşlerin epey uzun tutulması, kılıçla yapılan dövüşler gibi) hepsini içeren film en iyi görüntü yönetmenliği, en iyi müzik, en iyi sanat yönetmenliği ve en iyi yabancı film Oscarlarıyla taltif edilmişti. Aksiyon, romantizm, gerilim, macera, fantastik gibi bir sürü türü harmanlayan Lee filmde kıyısından köşesinden Stockholm Sendromu’na da değinir.
2008 yılında gösterime giren “Stockholm Syndrome”un adından da anlaşılacağı üzere hikayesini bu sendrom üzerinden inşa etmiş bir film. Bol psikopatlı kısa filmler çekerek kendisini geliştirmeye çalışan Ryan Cavalline’in ilk uzun metrajlı filmi olan “Stockholm Syndrome” korku-gerilim türünde. Fazlasıyla vahşet içeren sahnelere imzasını atan yönetmen ortaya vasata dahi yaklaşamayan bir korku filmi koymaktan kurtulamamış.