Çok değil 7 Mart akşamı gerçekleşen Oscar gecesinde ekrana gelen son kare hakikaten ilginçti. Oscar gecesinin esprili sunuculari Steve Martin ve Alec Baldwin, Oscar tarihinde bir ilki gerçekleştirip yönetmen Oscarını alan ilk kadın ’u aralarına almış esprili bir şekilde kapanış konuşması yapıyorlardı. Bigelow ise iki elinde de olan heykelcikler ile biraz şaşkın, heyecanlı ama oldukça utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Evet, belki TV kamerası karşısında milyonların önünde ve iki usta şakacı arasında oldukça çekingen duran bu kadın, kendi bildiği ortamda ise oldukça güçlü ve donanımlı bir figür.
Bigelow’un Hurt Locker filmi ile aldığı Oscarı hak edip hak etmediği, soru işaretleri yaratsa da sinema takipçileri için Bigelow’un bu ilki gerçekleştiren isim olması yüzlerde tebessüm bıraktı. Evet, kuşkusuz Kathryn Bigelow günümüzdeki en önemli ve işine en hâkim kadın yönetmenlerden biri. Bugüne kadar amerikan, daha doğrusu Hollywood sinemasına birçok sayıda kadın yönetmen gelmişti ama hiçbiri Kathryn Bigelow’un yarattığı etkiyi yaratamadı. Diğer isimler ya çok ünlü oyuncu olup meraktan veya zevk için yönetmenliğe atılanlar ya da Nora Ephron gibi Hollywood’un tek tür filmler yapan maaşlı çalışanlarıydılar. Bigelow ise hep farklıydı; işine hâkim ve güçlü bir isimdi.
Aslında başlarda Bigelow, oldukça yetenekli bir ressamdı. Hiç şüphe yok ki yaptığı filmlerdeki aşırı estetik-gözü de buradan gelmekte. Yıllarca içinde bulunduğu New York entelektüel sanat çevresinden sinemaya ilgi duyup, Columbia Üniversitesinde sinema master’ı yapıp film dünyasına atılmıştı. İlk filmi, 1978 yılında çektiği 20 dakikalık kısa The Set-Up idi. Bu filmde Bigelow şiddeti anlatıyordu. Bu utangaç görünümlü bir kadının yaptığı ama hayli sert stilli film fazlaca dikkat çekmişti. 1982 yılında kariyerinin ilk ciddi filmi The Loveless’ı yaptı. Bu filmde dikkat çeken estetik bakış açısı kameraya ve sete hâkimiyetin yanısıra kullanılan şiddet ve daha erkeksi bir kurgu önplandaydı. Daha sonraki yıllarda yönetmen Blue Steel, Point Break, Strange Days, K19 Widowmaker gibi filmiler ve Homicide gibi uzun soluklu TV dizilerinden bolümler çekti. Bu işlerde hep sert bir erkek dünyası anlatılıyor; bu dünyalar anlatılırken estetik ve iyi kamera kullanımı önplanda tutuluyordu. En önemlisi ise bu filmlerde hep bir bağımsız sinemacı havası seziliyordu. Oscar başarısından sonra kuskusuz Bigelow dünya üzerinde daha bir popüler olacak, daha büyük paralara, daha fazla sayıda filmler yapacak ama şu bir gerçek ki Bigelow, Amerikan sinemasının çıkardığı en yetenekli ve güçlü kadın yönetmen. Hatta dünya sinemasında da günümüzdeki en hâkim kadın sinemacı. Gerçi Bigelow daha dünyada yokken bir isim vardı ki dünya sinema tarihine geçecek filmler çekmekteydi. O gerek yeteneği, gerek becerisi, gerekse de karizması ile dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü kadın sinemacısı idi. Yaşadığı asırlık hayatta az ama öz sayıda filmler çekti. Gerçi kendisinin ufak bir kusuru vardı kendisi Nazi partisinin resmi sinemacısıydı o Leni Riefenstahl idi.
Leni Riefenstahl 1902 yılında Almanya’da doğdu. Gerçek ismi Helena Bertha Amalie idi. Zengin ve soylu bir aileden gelmekteydi. 16 yaşında annesinin desteği ile bale ve dans dersleri almaya başlamış, Berlin’deki prestijli Grimm-Reiter dans okulunun önemli isimlerinden biri olmuştu. O dönemde Almanya’da önemli bir olay olan sinema dünyasına adım atması ise gecikmedi. Yirmili yıllarda Almanya’da sanat ve mimaride hüküm suren bir dışavurumculuk akımı vardı. Sinemada bundan etkilenmiş Hitler’in başa gelmesine kadar dünya sinema tarihine damga vuran bu stilde bilumum sayıda film yapılmıştı. Riefenstahl da bu dönemde aktrisliğe başladı. O dönem moda olan ve çoğunluğu dağlarda geçen filmlerin duayeni Arnold Franck’in birkaç dağcılık filminde rol aldı. 1929 yılında rol aldığı Die Weiße Hölle vom Piz Palü filmi ile uluslararası bir star oldu Riefenstahl.
1932 yılında kamera arkasına geçip macar yahudisi kökenli yönetmen Bela Balasz ile ortaklaşa Das Blau Licht’i çekti. O film aynı yıl Venedik Film Festivalinde gümüş aslan kazandı. Das Blau Licht filmi bir nevi Leni Riefenstahl’in yönetmenliğini dünyaya teğit eden işi oluyordu. Ayrıca o zamanlar hızla yükselmekte olan Adolph Hitler’in de dikkatini çekti Riefenstahl aynı filmle. Kendi çekmiş olduğu filmde cesur ve güçlü köylü kızını canlandıran Riefenstahl, Hitler’e göre kendi dünyasında görmek istediği üstün Alman kadınının açılımıydı. O yıllarda Riefenstahl hem çok başarılı bir dansçı hem de başta Arnold Franck’in dağcı filmlerinde maceracı, gözüpek dağcı veya kayakçı kadın kahramanları canlandıran bir sinema yıldızı idi. Birkaç yıl sonra dava ortaklığı yapacağı isimlere nazaran, daha çok alman sanat çevresinin yahudi ve solcu çevresi ile ortaklık yapmaktaydı. Aynı zamanda da o isimlerden sinema tekniklerini öğrenmekteydi. Hitler’in ilk kez Rifenestahl’i gördüğü ve etkilendiği Das Blau Licht filminin yapımı sırasında, Riefenstahl da Hitler’in Kavgam kitabını okuyup o da kısa boylu politikacıdan etkileniyordu.
1932 yılında Hitlerin mitingine katılıp Hitler ve Josef Goebels ile arkadaş oldu. 1934 yılında ise Nazi partisinin yegâne propaganda filmi Nürnberg mitingini anlatan Triumph des Willens çekti. Bu film sevimsiz bir Nazi propagandası olsa da kurgusu ve çekimlerin estetiği dikkat çekmekteydi. Günümüzde bile birçok farklı yerde bu film iyi bir sinema örneği olarak gösterilmekte. Hitler’in ülkedeki iktadarı almasından sonra Riefenstahl’da Nazi Almanyası’nın resmi sinemacısı konumunu aldı. 1936 Berlin olimpiyatlarının belgeseli Olimpia’yı kalabalık bir ekiple gerçekleştirdi. Bu filmde öne çıkan Nazilerin de mottosu olan üstün insan ırkını atletler üzerinden veriyordu Riefenstahl. Ama Olimpia’nin o zamana göre çok üst düzey olan kurgusu, değişik ve o zamana göre yegâne olan kamera açıları bu belgeseli özel bir konuma soktu. Bugün Olympia dünyanın en önemli belgesellerinden biri sayılmakta. Daha sonra o çirkin savaş başladı. Riefenstahl Polonya cephesinde ordunun resmi fotoğrafçısı ve filmcisi idi. Savaş alanlarından belgesel oluşturacak kadar görüntüler almıştı ama bunlar asla ortaya çıkmadı. Hatta Amerikalılar Leni Rifenstahl’ı savaş suçlusu ilan ettiler. Gerçi Hitler ve Goebels ile yakınlığından kendisi o dönem Almanya’nın en güçlü figürlerinden biri olmuştu. 1954te yaptığı ve ispanyol çingenelerini anlattığı Tiefland filmini zamanında Nazilere yaptığı propaganda filmleri sahnesinde kazandığı paralar ve itibar ile çekti. Bu film de fazla bilinmese de izlenildiğinde estetik ve anlatım açısından özel olduğu ortaya çıkmakta. Hatta ünlü fransız sanatçı Jean Coctuou bu filmin Cannes’da gösterilmesi için lobi oluşturdu. Ama fransızlar bir Nazinin filmini asla kendi festivallerinde göstermiyeceklerdi. Riefenstahl 1950 ve 60 arası tam 15 kez film çekmeye yeltenmiş ama eleştiriler ve protestolardan bunu gerçekleştirememişti.
Daha sonra ortadan kayboldu kendi halinde minimalce fotoğraf ile ilgilenmeye başladı. 60lı yıllarda Hemingway’in Afrika kitabındaki George Roger’in Afrika yerlileri fotoğraflarından etkilenip Sudan’a gitti. Nuba kabilisenin arasına girip orada bir zaman yaşadı. Kendinden 40 yas küçük kameramanı ile birlikte belgeseller ve fotoğraflar çekti. Riefenstahl’in geçmişini pek bilmeyen Sudanlılar kendisini benimsediler. Sudan’a katkılarından dolayı Leni Riefenstahl, Sudan vatandaşlığı verilen ilk yabancı isim oldu. 1974 ve 76 da Riefenstahl, Afrika’da çektiği fotoğraflardan derlediği iki adet kitap çıkardı. Ayrıca yaptığı ufak belgesellerde sanat çevrelerinde gösterildi. Burada dikkat çeken yegâne stil Riefenstahl’in Sudanlı yerlileri adeta üstün insan olarak görüntüleme dürtüsü idi. Fotoğraflardaki ve filmlerdeki portlerler Olimpia filmindeki atletleri fazlaca andırıyordu. Belki, Leni Riefenstahl farklı bir yerde farklı insanlarla idi ama bazı fikirler ve alışılmışlıklar pek değişmiyordu. The Last of Nuba ve People of Kabu isimli fotoğraf kitapları uluslar arası alanda bestseller oldular. Ünlü Amerikalı yazar Susan Sontag ise bu Olympia’da ki benzer stili fark etmiş ve Rifenstahl’ın kitaplarını aşırı derecede faşizm estetiği diye eleştirmişti. Daha sonraki yıllarda Riefenstahl minimal ama saygın olarak fotoğrafçılık ile ilgilendi. Mick Jagger ve Andy Warhol gibi isimlerin fotoğraflarını çekti hatta Warhol ile iyi arkadaş olup 76 Montreal Olimpiyatlarının onur konuğu oldu. 72 yaşında sualtı fotoğrafçılığına ilgi duyup su altı fotoğrafları çekti. Su altı fotoğrafçılığı döneminde kameramanı ile belgeselvari görüntülerde çekmekteydi ve bunları kurgulayıp 2002 yılında tam 100. yas doğum gününde Impressionen unter Wasser filmini seyirci ile buluşturdu. Yaklaşık bir yıl sonra 101 yasındayken Afrika günlerinden tanıştığı ve bir anlamda büyüttüğü kameramanı Horst Kettner ile evlendi. 8 Eylül 2003 yılında da uykusunda bu dünyadan göçüp gitti.
Evet, kimine göre çelişkili, kimine göre renkli, kimine göre karanlık hayatı olan ama ne olursa olsun dünya sinemasına katkısı yadsınamaz Leni Riefenstahl kuşkusuz gerek sinema ve görsel dili, gerekse de benliği ile sinema dünyasının gelmiş geçmiş en güçlü kadın yönetmeni. Belki birçoklarına göre arkasında Nazi partisi olmasa bu kadar güçlü olamayacaktı, ama şu bir gerçek ki Almanya’da o dönemde Hitler değil belki bir yahudi komünist lider olsa idi, Riefenstahl yine önemli ve güçlü bir sinemacı olurdu. Özel olmak Riefenstahl’in doğasında vardı.
Birkaç gün evvel Oscar kazanan Kathryn Bigalow da Rifendtahl’a benzer bir şekilde, şaşalı ve güçlü tiplerle yakınlığı olan biri. Fakat minimal yaşayan ve önemli bir yeteneği olan sinemacı. Şüphe yok ki Bigelow da, son 25 yıllık periyodun en güçlü kadın yönetmeni. Dünya sinema tarihinde birçok yetenekli ve önemli kadın sinemacı geldi. Avant-Gardes sinemanın göz bebeği Maya Deren’den günümüzün önemli feministi Mira Nair’e; çok yönlü ve kabiliyetli Gurinder Chadha’dan kısa hayatında Sovyet sinemasında isim olan Dinara Asanova’ya, yine Sovyet sinemasının duayenlerinden Kira Muratova’ya ve hatta bizim sinemamızın görmüş olduğu kendine özgün isimlerden ve maalesef trajik şekilde hayatını kaybeden Bilge Olgaç’a kadar birçok önemli kadın sinemacı bu dünyada yer aldı. Bu isimler ve daha birçok isim önemli işlere imza attılar. Ama onlar ya geçici kaldılar ya da hakikaten erkeklerin dünyasında şöyle bir gözüküp gittiler. Leni Riefenstahl ve Kathryn Bigelow ise her anlamı ile sinemada etki bırakan kadınlar oldular…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.