Sinematik İkililer: Josef von Sternberg, Marlene Dietrich


Hollywood ve dünya sinemasında her ikilinin ilişkisi sadece sanatsal düzeyde kalmayabiliyor. Josef von Sternberg, Marlene Dietrich, filmlere konu olabilecek düzeyde bir sinema öyküsü yarattılar…

Karşılaşmadan Önce: Hollywood Yönetmeni, Revü Yıldızını Keşfediyor

Marlene Dietrich’in Sternberg ile karşılaşmadan önceki yaşamıyla ilgili dikkate değer bir olay bulunmuyor. Zengin bir ailede büyümüş ve iyi bir okuldan mezun olmuştu. Hayalinde sinema yıldızlığından başka birşey yoktu. Başarısız iki-üç sessiz sinema deneyimi, daha iyi para kazandırıyor diyerek revü sahnelerine dönmesine neden olmuş, şeytanın bacağını bir türlü kıramayan bir oyuncuydu.

Josef von Sternberg ise genç yaşında göç ettiği ABD’de tutunmayı başarmış, Charlie Chaplin’in tavsiyesiyle sessiz sinema filmleri çekmeye başlamış, görüntü yönetmenliğindeki başarısıyla izleyenleri büyüleyen sahneler çekmekte usta bir isimdi. 1930 yılında, henüz nazizm yükselmeden Paramount ile Berlin merkezli önemli yapım şirketi UFA ortak bir film çekmeye karar verdiler. Josef von Sternberg setleri kontrol etmek için Berlin’e geldi, aklında alman bir oyuncu oynatmak yoktu. Bir akşam eğlenmek için Berlin’in ünlü revülerinden birine gitti…

Der Blaue Engel: Bir Melek Doğuyor

Josef von Sternberg özellikle ışık kullanımı konusunda bir dahiydi… Marlene Dietrich’i revü sahnesinde görür görmez, perdede nasıl görüneceğini hayal etti: “Marlene çok güzel bir kadındı… Ama sinema perdesindeki eşsiz duruşu, onun güzelliği ve benim onu nasıl hayal ettiğimin bir birleşimi” Hemen bir test çekimi yaptılar. Paramount’a gönderilen 4 dakikalık kayıt, hem Der Blaue Engel’in başrolünü, hem de Hollywood’da Gary Cooper ile çekilecek yeni bir filmde başrolü almasını sağladı. Gerçek Pygmalion öyküsü izleyeceğiniz bu 4 dakikalık kayıtla başladı.

Henüz hiç büyük bir filmde oynamamış Dietrich, Sternberg’in hayallerinin kadınıydı. Sternberg o kadını perdeye aktardı ve bir anda tüm dünya Dietrich’i rüyalarında görmeye başladı. Mavi Melek’in çekim süreci sancılıydı. Dietrich’in dil öğrenmesi beklendi. Sternberg’in aşırı bütçe istekleri ikisini de kovulmanın eşiğine getirdi. Ancak her krizde Sternberg, çekimlerden bir bölümü yapımcılara yolluyor ve büyülenen stüdyo patronları “Devam edin” diyorlardı.

Film gösterime girince hem batmak üzere olan Paramount’u kurtardı, hem erkek başroller üzerinden şekillenen stüdyo filmlerinde kadınların önünü açtı, hem de Sternberg’in ışık kullanımı, sinematografisi gelecek yıllardaki yönetmenleri etkiledi. Greta Garbo ile beraber, kadınların tüm dünyada yükselen özgürlük taleplerinin ve hareketlerinin yüzleri oldular. Erkeklerin dünyasında en az onlar kadar güçlü bir figür olarak perdede yerini aldı.

5 Yıl 7 Film ve Karşılıksız Bir Aşk

1930-35 yılları arasında 7 film çektiler. Der Blaue Engel (1930), Morocco (1930), Dishonored (1931), Shanghai Express (1932), Blonde Venus (1932), The Scarlet Empress (1934) ve The Devil is a Woman (1935). İkinci filmleri Morocco’dan kazanılan parayla Paramount, başka yıldızlarla birçok yeni film çekme ve yeniden eski görkemli günlerine dönme fırsatı yakaladı.

Josef von Sternberg, Marlene Dietrich ikilisi Hollywood açısından büyülü bir çift oldu. Her filmle gişe rekorları kırıldı, her film Dietrich’in tanrıça imajını güçlendirdi. Dietrich, Hollywood’un en hayran olunan ve aynı zamanda özel hayatıyla en gizemli figürlerinden biri haline geldi. Dünyanın en zengin isimleri, prensler, krallar, devlet başkanları Dietrich’e hayranlıklarını dile getiriyor ve onunla yan yana görünmek için yarışıyordu. Alman aksanından gelen avrupalı egzotik duruşu, Sternberg’in ışık yeteneğiyle ortaya çıkan buğulu bakışları izleyenlerin aklını başından alıyordu. Dietrich bu ününü istediği gibi yaşamak için kullandı. Biseksüeldi ve hem erkek, hem de kadın sevgilileri oldu. Dietrich’in evindeki partiler hakkında iddialar dönemin magazin basınının favori malzemesiydi.

Sternberg en yakınındaki kişi olarak Dietrich etkisini “Erkekler ve kadınlar servetlerini ayaklarının önüne seriyordu. Yönetmenler, ünlü aktörler, eleştirmenler onunla yedikleri bir yemeği hayatlarının en güzel gecesi olarak anlattıkları yazılar yazıyorlar, röportajlar veriyorlardı. Dükler, generaller, devlet adamları ondan ne kadar etkilendiklerini anlata anlata bitiremiyorlardı. Ayarını kaçıran bir gazeteci, onun hakkında yazdığı bir kitapta Dietrich’in zekasını ve etki gücünü Napoleon, Caesar, Mussolini ve Lenin’le karşılaştırmıştı” sözleriyle anlatıyordu.

Josef von Sternberg ise Dietrich’e olan aşkıyla hep onun peşindeydi. Kendisini sadece onun için filmler çekmeye adadı. Birlikte çektikleri son filmlerde kontrolü elinden kaçırdı ve bir dönem beraber olsalar da karşılıksız bir aşk beslediği oyuncusunu ezmeye başladı. Dietrich, kendisini Sternberg’in yarattığını her fırsatta dile getiriyor ancak üzerinde sıkı kontrol kurması konusunda da eleştirilerini sakınmıyordu. Sette çok büyük bir uyumla çalışıyor ama çekimler bitince birbirlerine demediklerini bırakmıyorlardı. 5 yılın ardından birlikte çalışmayı bıraktılar. Bir daha ne Dietrich, ne de Sternberg benzer başarıları yakalayan bir filme imza atabildiler. Sternberg yönetmenliğe çok uzun bir ara verdi. Dietrich, Billy Wilder, Ernst Lubitsch, Raoul Walsh, Alfred Hitchcock, Orson Welles ve Fritz Lang gibi büyük ustalarla çalışmasına rağmen eski büyüsünü bir daha yakalayamadı.

Sternberg’in kızı ve yakınları, yönetmenin ölene kadar aşkıyla yaşadığını ama karşılık bulamadığını anlattılar. Onun aşık olduğu kadının perdede kendi yarattığı Dietrich olduğunu, gerçek “insan” Dietrich ile hiçbir zaman anlaşamadığını da eklediler. Anlatılanlara göre Dietrich de, daha sonraki filmlerinde çekimlerden sıkıldığında sık sık “Where are you, Jo?” diye fısıldarken yakalanırmış. Ölene kadar arkadaş kaldılar ama bir daha ne perdede, ne de gerçek hayatta bir araya gelemediler.