Unutulan Son-baharlar

Nice sonbaharlar yaşandı bu ülkenin zihinlerinde. Nice insanlar kayboldu kendi sonbaharlarında. Çoğu da ne yapılması gerekiyorsa onu yaptık dediler ve çekip gittiler kendi hayatlarından başka dünyalara…

Bu benim vicdan muhasebem diyor genç yönetmen Özcan Alper, ilk filmi Sonbahar için. Belli ki anlatmak zorunda olduğuna inanmış. Keşke daha çok insan olsa, yaşanan onca vicdansızlığı, kendi meseleleri saysa, üstümüze gömülmüş olan tonlarca toprak belki biraz olsun hafifleyiverir…

2008 yılı yapımlı Sonbahar, konusunu “hayata dönüş” operasyonundan alıyor. Daha doğrusu hayata dönüş operasyonundan bir “hayat” alıp önümüze koyuyor. Otobüs koltuğunda başımızı kaldırdığımızda görüyoruz yeşilin en koyusunu ve mavinin en hırçınını. Oysa memleketine ölmeye gelmiş olan Yusuf, ne memleketinin mavisi gibi hırçın ne de Yeşili gibi capcanlı.

Üniversiteye gitmiş, Sol görüşlü olmuş, hapse atılmış, 12,5 yıl ceza almış, hayata dönüş operasyonunu yaşamış. En sonunda da bitik bir halde salıverilmiş Yusuf’un öyküsü bu. Onun doğduğu, büyüdüğü topraklarla vedalaşmasının öyküsü. Bu ülkedeki insafsızlıklardan birini yeniden hatırlamanın öyküsü.

Film yavaş akıyor. O yavaşlık damla damla içimize işleyerek akıyor. Yusuf, Tüm dinginliğiyle Kaçkarlara bakıyor. Sigarasından bir nefes çekiyor, öksürmeye başlıyor. Annesi soruyor, Mikail soruyor, Maria soruyor. Kimseye tek bir kelime bile anlatmıyor Yusuf. Kimseye ölmeye geldiğinden bahsetmiyor. Her şey, Onur Saylak’ın muhteşem sadelikteki yüzünden okunuyor. Tıpkı taşraya sıkışmış Mikail’in ruh gibi dolaşan eski arkadaşına sarılması, tıpkı Yusuf’un annesinin çaresizlikle oğlunun hayatını yoluna koymaya çalışması gibi.

Tüm bunlarla beraber Doğu Karadeniz’e, Hemşince’ye, tuluma, Batum’a, sosyalizme ve de sosyalizmin yıkıntıya uğrattığı insanlara dair bir film. Türkçe, Hemşince, Gürcüce duyulabiliyor filmde. Karadeniz şimdiye kadar hiç yansıtılmadığı kadar güzel yer alıyor kadrajlarda. Beyaz da, yeşil de, mavi de hakkıyla veriliyor her sahne, her görüntüde. En sonunda da tulumun hüzünlü sesi çağırıyor bizi cenazeye.

Hİçbir şeyi gereğinden fazla kaşımıyor bu film. Bize bu ülkede onlarca insana reva görülen hayatlardan sadece birinin sonunu gösteriyor. Bunu da oldukça güzel görüntülerle, gerçek bakışlar, yeterince sözle yapıyor. Yusuf dimdik dururken hırçın Karadeniz dalgaları karşısında ve Çaykovski çalarken arka fonda, bir minibüs camından gözyaşları dökülürken Maria’nın; ıslaklık her tarafımıza işlemişken hissediyoruz biz. Kimse yenilmedi, kimse pişman değil. Sadece bazıları çok acılar çekti ve çoğunun bu acılardan haberi bile olmadı.

Israrla yaylaya çıkmak istiyor Yusuf, son kez görmek istiyor yaylaları. Mikail’in omzuna yaslanıp, baharı bekleyecek kadar vaktim yok. Bu benim sonbaharım demiyor. Bir Elevit türküsü tutturmuş Mikail’le çıkıyor son kez yaylaya. Son nefesi olduğunu bilse bile vedasının tam olmasını istiyor. Özcan Alper bu ilk filminde politik sinemanın başarılı örneklerinden birini önümüze sürüyor. Abartıya kaçmayan, ajitasyona yer vermeyen anlatımının arka fonuna başlayamamış bir aşkı ve taşradaki insanın kentten kopuk yaşamını koyuyor. Her şey Yusuf’un donuk bakışlarında olduğu gibi kalıyor.

Demek sosyalizm için yıllarca hapiste yattın diyor, tebessüm ederek Maria. Biz susuyoruz, Yusuf susuyor. Herkes susuyor.

Yayım tarihi
izlenim olarak sınıflandırılmış ile etiketlenmiş

1 yorum

  1. özcan alper belki buradan okursun. ellerine sağlık. sinemanın para değil fikir işi, teknik değil anlatım işi olduğunu, samimiyetin sinemada her şeyden önce geldiğini bir kez daha sayenizde görmüş olduk.

    çok çok çok fazla paranız olması dileğiyle…

Yorum Gönderin