Öykü, roman, deneme, senaryo… Yazının türü ne olursa olsun ilk cümle hayatidir. Bu yazıda bile ana sayfada sadece ilk cümleler gözükecek ve eğer tam şu sıralar merak uyandırıcı bir şey söyleyemezsem, belki de yazının okunma oranı az olacak. Açıkçası tam olarak şu son kelimelerle birlikte treni kaçırdım. Artık yazının içine girmiş bulunduk, ileriki denemelerde yazılara ‘bugüne kadar duyduğunuz her şeyi unutun’ diye başlamak ümidiyle konumuza dönelim.
Sinemanın enfes bir anlatım aracı olduğu kabulümüz. En basit, en sıradan öykünün bile maharetli eller vasıtasıyla fevkalbeşer bir biçimde peliküle aktarılıp insanları derinden etkileyecek bir hale gelebildiği de. Örneğin sadece “bir kamyon bir arabayı kovalar” şeklinde anlatabileceğiniz bir senaryo, size bir saati aşkın süre boyunca unutulmaz bir film deneyimi yaşatabilir. Veya pratikte “bir mafya ailesi var, işte baba ölünce işler oğluna kalıyor” diye anlattığınız konunun, tüm zamanların en iyi filmi olabilmesi mümkündür. Ama bazı hikayeler var ki, daha ilk cümleleriyle, her şeyin başlangıcı olan çıkış noktalarıyla merak uyandırıyorlar ve yola 1-0 önde başlıyorlar. Böyleleri yönetmenlerin de, ekibin de işini rahatlatıyor, gönüllerini ferahlatıyor.
Hitchcock’un “sinemadan eve döndüğünüzde annenize anlatamayacağınız hiçbir şeyi senaryoya yazamazsınız” dediği söylenir. Günümüzün genç senaristlerinin bu konuda Hitchcock’a pek katıldığı söylenemez. Ama şöyle konusunu anlatırken annenin, babanın, amcanın, eniştenin, kayınbiraderin gülümseyerek “bundan iyi film çıkar ha” diyeceği senaryoyu yazabilmek de ayrı bir maharet, ayrı bir zevktir.
Bugünkü dosyamızda, bunu başarmış filmleri ele alıyoruz. Yani daha konusunu okur okumaz, çıkış noktasını görür görmez “a konusu güzelmiş, iyi filmdir bu” dedirtebilen yapımların bir kısmını sinema tarihinden cımbızla çekip karşınıza getiriyoruz. Ve söz filmlerde:
Sullivan’s Travels (1941)
Yazan: Preston Sturges
John Sullivan (Joel McCrea) hafif eğlencelik filmlerin unutulmaz yönetmeni iken artık çizgi değiştirmeye karar vermiş ve yoksul insanların, ezilmiş kişilerin sorunlarını anlatmaya heveslenmiştir. Ancak yine de ilk denemesindeki sonuç kendisini tatmin etmez. Fakir ve aç insanların sorunlarını yeterince anlayamadığını düşünmektedir. Bunu nasıl halledeceğini düşünürken çözümü bulur: fakir insanları anlamak için onlardan biri olması gerekmektedir. Sullivan, tüm servetini bir süreliğine bırakır ve gerçek bir fakir gibi yaşamak için cebinde beş parası olmadan yollara düşer. Acaba elinde hiçbir şey olmadan yaşamayı becerebilecek midir?
Sullivan’ın öyküsü, üzerinden geçen 68 yıla rağmen hiçbir şekilde yabancı gelmeyen bir “yazar sendromu” öyküsü. Benzer filmleri hemen düşünelim ve 1980 yılından Stardust Memories’i, 1990dan Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ni ve ertesi seneden Barton Fink’i alıp bakalım. Bu üç adet “böyle gitmez hacı” öyküsü -ki hepsi şahanedir- yazar kişilerin gidişattan hoşnut olmama durumları ve sonrasında yaşadıkları sancılara odaklanıyordu. Ancak Sullivan’ın hikayesinin en büyük farkı, yazarın direkt olarak farklı bir karaktere bürünüp çözümü doğal olarak yakalama isteğinden geliyor. Ha geliyor gelmesine ama, Sullivan bu yolculuklarda hayatın anlamını mı keşfediyor, yoksa her şeyi yüzüne gözüne mi bulaştırıyor, bu da filmin cevaplamaya çalıştığı bir soru.
Double Indemnity (1944)
Yazan. James M.Cain – Billy Wilder
Bir sigortacı (Fred MacMurray) evli bir hanımefendiye (Barbara Stanwyck) hayat sigortası önerisi sunar. Kocası için de bir hayat sigortası düşünmesini söyler. Ve ekler: eğer kocanız olağandışı bir kaza sonucu vefat ederse, firmamız çifte tazminat ödüyor. Bu son cümle, kurdun aklına kuzuyu düşürmek gibidir. Bir süre sonra hanımefendi sigortacıyı kandırır ve birlikte kocanın nasıl ‘olağandışı’ bir kaza ile ölebileceğini düşünmeye başlarlar.
Müthiş bir karafilm çıkışı ve müthiş bir soğukkanlı suç vaadi. Wilder’ın filmi janra en uygun konulardan birinin mucidi oluyor ve bugün onlarca suç filminin referansı olmuş durumda. Üzerinden geçen 65 yıla rağmen film hem tazeliğini, hem de konusunun ilginçliğini koruyor. Bu unutulmaz başyapıt da karafilm aşıklarını daha ilk dakikalarında tav ediyor.
Kind Hearts And Coronets (1949)
Yazan: Roy Horniman – Robert Hamer
Louis D’Ascoyne Mazzini (Dennis Price) soylu D’Ascoyne ailesinin torunlarından biridir. Ancak fakir bir aileden gelen Louis’nin annesi, D’Ascoyne ailesinin hiçbir zaman razı olmadığı bir gelin olmuştur ve aile kendisini dışlamıştır. Annesi Louis’ye, ölmeden önce son isteğinin D’Ascoyne ailesinin, aile kabristanında yatmak olduğunu söyler ve hayata veda eder. Ancak soylu aile bu isteği olumsuz yanıtlar. Bunun üzerine öfkesini soğukkanlılığının ardına gizleyen Louis, kendisine tek hedef olarak D’Ascoyne ailesinin bir parçası olarak dük olmayı belirler. Ancak dük olabilmesi o kadar kolay değildir. D’Ascoyne ailesinin bu konuma aday tam 8 adet torunu daha vardır. Yani Louis’e sıra gelmesi için sekizinin birden ölmesi gerekir. Açıkçası, Louis de öyle düşünmektedir…
Değil bulunduğu dönemin, bulunduğu yüzyılın en iyi filmlerinden olan Kind Hearts And Coronets akıllara durgunluk veren bu çıkış noktasını müthiş bir kara mizah gösterisi olarak sunmayı başarıyor ve sinema tarihinin en unutulmaz finallerinden biriyle bitiriyor. Her şeyiyle efsane olan bu film, konusuyla vaat ettiği enteresanlığı en klas şekliyle sunup evladiyelik olmayı başarıyordu.
Rashomon (1950)
Yazan: Ryunosuke Akutagawa – Akira Kurosawa
Ormanda yürüyen bir çift (Masayuki Mori, Machiko Ky). Karşılarına bir haydut (Toshir Mifune) çıkıyor ve çiftin erkek olanını öldürüp kadına tecavüz ediyor. Etraftaki bir oduncu (Takashi Shimura) da bu olaya tanık oluyor. Vahameti yüksek olsa da, çok ilgi çekici bir öykü olduğu söylenmeyebilir ilk başta. Peki ya filmde bu olayı, yaşayan 4 kişinin gözünden farklı farklı açılarla göreceğimizi söylesek?
1950 yılında çekilmiş olmasına rağmen, bugün hala ilk duyulduğunda “vay be” dedirtebilen bir öykü kurgusuna sahip Rashomon. Filmin en güzel yanı ise, bir solukta geçen 90 dakikanın yanısıra her izleyenine bir adet ‘Rashomon sayacı’ hediye ediyor olması. Filmi izledikten sonra ne zaman birisi yeni çekilmiş bir filmle ilgili gelip “hikayedeki farklı açılardan gösterme olayı çok orijinal olmuştu ya” dese ona Rashomon’dan bahsediyorsunuz ve sayaç işlemeye başlıyor.
Rear Window (1954)
Yazan: Cornell Woolrich – John Michael Hayes
L.B. Jeffries (James Stewart) ayağı kırıldığı için bir süre tekerlekli sandalye üzerine evinde istirahat etmek zorunda olan başarılı bir fotoğrafçıdır. Sakat kaldığı bu süre boyunca da fotoğraf tutkusu onu yalnız bırakmaz ve Jeffries bulunduğu binanın etrafındaki hayatı gözetlemeye başlar. Birlikte yatan çiftleri, tek başına yaşayan kızları, eseri üzerinde çalışan sanatçıları gözler; onların hayatını gerçek anlamda röntgenler. En başta keyifli bir iş gibi başlayan bu yeni röntgencilik dönemi, karşı pencerede tanık olunan bir cinayet ile bir anda kabusa dönüşecektir.
Dünyanın en çok gönderme yapılan, en fazla uyarlanan hikayelerinden birisi. Tabii ki karşı pencereyi gözetlemek, filmin telifini aldığı bir eylem değil, fakat yönetmenlerin bu tip sahneleri akla düşürmelerinin en büyük müsebbibinin Rear Window olduğunu söylemek yanlış olmaz. Direkt karşıdaki evi gözetlemek alanında örnek olarak ilk tahlilde Hi! Mom ve O Homem Que Copiava gibi örnekler verilebilirken, sıradan bir röntgen esnasında detaya inildiğinde kriminal bir vaka fark etme durumu The Conversation, Blowup ve Blow out gibi tarihi klasiklere öncülük etmişti.
The Producers (1968)
Yazan: Mel Brooks
Batmak üzere olan bi yapımcı vardır. Artık iflasın eşiğindeyken, kapısına bir muhasebeci gelir tahsilat için. Muhasebeci laf arasında kanundaki bir açıktan bahseder. الروليت اون لاين Eğer bir Broadway gösterisi yapacağım diye insanlardan para alırsanız, ve geri ödemeyi kârdan pay olarak yapmak üzere anlaşırsanız, oyun battığı takdirde kimseye para ödemek durumunda kalmazsınız ve yüklü miktarda kara bile geçersiniz. Bu fikir yapımcının aklını başından alır. Muhasebeciyi de kandırır ve kendine ortak eder. Artık yapacakları bellidir, bir çok sponsordan kâr üzerinden anlaşarak para almak, ve daha ilk gösteride batması için dünyanın olabilecek en kötü Broadway gösterisini yazıp sahnelemek…
İşte tertemiz bir durum komedisi, müthiş bir komedi durumu. The Producers açık ara Mel Brooks filmleri içinde çıkış noktası en parlak olanı. En iyiye ulaşmayı çalışanı çok izledik ama en kötüsünü yapmak… Filmin tümü çıkış noktasındaki bu vaati ne kadar karşılayabiliyordu tartışılır ama bu bir paragraflık konunun filme büyük merak oluşturduğu aşikar -şahsen konusunu okuduğum gün bir şekilde izlemiştim filmi- ayrıca sinema tarihine katılan “Where did i go right? (Ben nerde doğru yaptım?)” gibi efsanevi repliklerin de önünü açmış oluyordu film.
The Exorcist (1973)
Yazan:William Peter Blatty
Chris McNeil (Ellen Burstyn) isimli bir aktris, kızının son dönemdeki tuhaf davranışlarını şaşkınlıkla izlemektedir. Bu davranışların iyice olağanüstü bir hal almasıyla birlikte çözüm arayışlarına girer. العاب تربح فلوس حقيقية En sonunda yolu Irak’ta arkeolojik bir kazıda yer alan Peder Lankester Merrin’e (Max Von Sydow) uzanır. Peder, aktrisin küçük kızına yardım edebilecek tek kişidir. Çünkü Peder bir exorcisttir (ruh kovan kimse) ve kızın içine şeytan girmiştir.
Korku filmi meraklılarının zamanında ağızlarını sulandıran bu enfes çıkış noktası ise bir roman fikri aslında. Film de bu romanın uyarlaması. Korku filmleriyle az çok alakadar olan insanlardan bu filmi ilk duyduğunda heyecanlanmayanını tanımıyorum.
The Shining (1980)
Yazan: Stanley Kubrick – Diane Johnson – Stephen King
Sadece güzel havalarda hizmet veren bir otel vardır ve bu otele çıkan tüm yollar kışın kar dolayısıyla kapanmaktadır. Otelin yöneticisi, yapıya göz kulak olması için, kışları aylar boyunca otelin başında duracak, bu sürede dış dünyayla temas kurmamayı sorun etmeyecek birini aramaktadır. Eski öğretmen Jack Torrance (Jack Nicholson) ve çekirdek ailesi için bu iş ideal gözükmektedir. Yalnız tek bir sorun vardır, bundan önce bu işi yapan kimse, bir süre sonra delirmiş ve karısıyla iki kız çocuğunu vahşice öldürmüştür. Olaya “Ben türküm, bana bir şey olmaz” mentalitesiyle yaklaşan Jack, görevi yine de kabul eder ve işe başlar. Bir süre sonra da karlar her tarafı kaplar, otel artık ulaşılamaz bir yerdedir. Biz de içeride, hep çalışmanın ve hiç oynamamanın Jack Torrance’i ne hale getirdiğini görmeye başlarız.
Biz her ne kadar burda sinema için iyi çıkış noktaları bulmaya çalışsak da, korku edebiyatında bu işin şahbazı olan bir isim var: Stephen King. Her ne kadar King pek memnun kalmasa da, The Shining yazarın romanlarından uyarlaran filmler içinde en iyilerden biri. Bunda tabi ki aslan payına efsane isim Stanley Kubrick’in yarattığı atmosfer sahip. Kubrick romanı alıp her sene görme şansına erişemeyeceğimiz klasta bir filme çeviriyordu. 1980 yılındaki bu uyarlama perdedeki ne ilk, ne de son Stephen King uyarlamasıydı. King’in bir diğer başarılı uyarlamasını da aşağıda görebiliriz.
Raising Arizona (1987)
Yazan: Ethan & Joel Coen
Azılı bir suçlu olan H.I.McDunnough (Nicolas Cage) hapse gire çıka bi hal olmuştur. O kadar çok gözaltına alınır ki bir süre sonra suçluların fotoğrafları çeken Edwina (Holly Hunter) ile samimiyeti ilerletir ve iş evliliğe kadar gider. Buraya kadar her şey olağan (?) gibi görünüyor olsa da, çiftin çocuklarının olmadığının öğrenilmesiyle işler değişir. Bu kara haberin ertesinde, çiftimiz televizyonda bir haber görür. Şehrin sayılı zenginlerinden birinin 5 adet çocuğu olmuştur. Dünyadaki adaletsizliğe isyan eden H.I., aklına düşen hınzırca planı uygulamaya koyar. Zengin ailenin beşiz çocuklarından birini kaçıracak ve kendi çocuğu gibi yetiştirecektir. En büyük motivasyonu ise “beş çocuğu olan biri, bir tanesini kaybolduğunu fark edene kadar biz her şeyi halletmiş oluruz” cümlesidir. H.I. çocuğu kaçırmak için zengin ailenin malikanesine gider, ve bundan sonra kelimenin tam anlamıyla olaylar gelişir.
Keskin bir zeka eseri olan suç filmleriyle ün yapmış Coen biraderlerin, bugünkü konumlarına zemin hazırlayan filmlerinden biri Raising Arizona. Ve gerçekten göstere göstere, iyi filmim ben diye diye başlıyor. Filmin ilk dakikalarını izledikten sonra ovuşturulan eller, bitiminde alkış olarak birbirlerine vuruyor.
Misery (1990)
Yazan: William Goldman – Stephen King
Paul Sheldon isimli ünlü yazar (James Caan) Misery isimli kitap serisiyle tanınmaktadır. Binlerce hayranı olan bu kitap serisini, sıkılması sebebiyle kısa bir süre önce bitiren yazar, son kitabı taze çıkmışken bir yolculuk sırasında arabasıyla birlikte bir kaza yapar ve sakat bir şekilde karda mahsur kalır. Neyse ki şansı yaver gider ve Annie Wilkes (Kathy Bates) isimli hemşire kendisini kurtarır. Annie yazarın bir numaralı hayranıdır ve sakat olan yazarı yürüyebilene kadar evinde misafir edecektir. Annie’nin en sevdiği kitap serisi Misery’dir. Sevdiği yazar evindeyken serinin son kitabını okuma keyfini yaşayacak olan Annie, kitabın bitiminde Misery’nin öldüğünü görmesiyle şok olur. Kendisine tatlı bir şekilde durumu açıklamaya çalışan yazar ise hayranından sert bir şekilde şu cevabı alır: “Kitabı yeniden yazacaksın, ve Misery yaşayacak”
Stephen King, Misery isimli kitabında bir yazarı anlatıyor. “Bir yazar, bir yazısında bir yazardan bahsediyorsa, yazıdaki yazar büyük ihtimalle o yazardır” demişler. Aslında literatürde böyle karışık bir cümle yok ama şimdi kalkıp sarf etsek çok da yanlış olmayacak bir tespit bu. İşte Stephen King de Misery’yi yazarken büyük olasılıkla kendi paranoyalarından yola çıkıyor ve tüyler ürpertici bir gerilim hikayesi meydana geliyor. Hele ki Kathy Bates’in oscarlı performansını izlerken, her an her şeyin olabileceği bir endişenin içinde buluyoruz kendimizi Paul Sheldon gibi.
Groundhog Day (1993)
Yazan: Danny Rubin
Bir hava durumu sunucusu geleneksel Groundhog Day (Dağfaresi Günü) kutlamalarında canlı yayın yapmak için tv ekibiyle birlikte Pennsylvania’dadır. Sabah Sonny & Cher’in I Got you Babe şarkısı eşliğinde uyanır. Birbirinden tuhaf insanlarla karşılaşır. Çekim yerine gelir, çekim yapılır, gün biter. Ertesi gün uyandığında yine I Got You Babe çalmaktadır, yine aynı kşilerle karşılaşır ve yine tv ekibi çekim için kendisini beklemektedir. Sunucu Phil Connors (Bill Murray) her gün aynı günü yaşamakta olduğunu fark eder.
Daha ilk duyulduğu anda ‘benim nasıl aklıma gelmedi bu’ dedirten, parmak ısırtan bir çıkış. arab casino Kesinlikle tüm zamanların en iyilerinden. Aynı zamanda yazarı Danny Rubin’in tek hit senaryosu.
Shallow Grave (1995)
Yazan: John Hodge
Alex (Evan McGregor), David (Christopher Eccleston) ve Juliet (Kerry Fox) aynı evi paylaşan üç arkadaştır. Bir gün odalardan birini kiraya vermeye karar verirler ve Hugo (Keith Allen) isimli gizemli adamla anlaşırlar. Hugo kiraya başladıktan kısa bir süre sonra hiç hesapta olmadık bir şekilde odasında ölü bulunur. Üç arkadaş evde bir anda ölen bu adamın şokunu henüz atlatmadan, adamın içi para dolu çantasının yanıbaşında öylece durduğunu fark ederler. Öylece duran para dolu çantayı görünce, üç gencin akıllarına ilk gelen şey kesinlikle polisi aramak değildir.
John Hodge’un gerilime ve çekişmeye müthiş bir zemin hazırlayan senaryosu Danny Boyle’un belki de mumla aradığı şeydi ve yönetmenin beyaz perdeye kaya gibi bir giriş yapmasını sağladı. Elbette senaryo sadece umut vadeden girişi yapıp “gerisi bir debdebe, bir nümayiş işte” diyerek olayın kontrolünü kaybetmiyor, sapasağlam götürdüğü öyküyü akılalmaz bir finalle bitirerek (malum spoiler yasaları nedeniyle finale değinemiyorum) gönlümüzdeki yerini V.I.P.’ye çeviriyordu.
Be Kind Rewind (2008)
Yazan: Michel Gondry
İki arkadaş Mike ve Jerry (Mos Def, Jack Black) bir video dükkanında takılmaktadır. Mike kendisine emanet edilen dükkanda hiçbir sorun olmaması için canını dişine takarken bir gün Jerry’nin ziyareti her şeyi mahveder. Jerry o gün kendisine çarpan elektriğin etkisiyle manyetik bir güç kazanmıştır ve dükkana girmesiyle birlikte istemeden de olsa bütün video kasetlerindeki filmleri siler. Yetiştirilmesi gereken acil siparişler vardır ve ikili Driving Miss Daisy, Ghost Busters gibi filmleri müşterileri yetiştirmek için değişik bir yol bulur: filmleri yeniden çekmek.
Gondry’nin artık insanüstü bir hal almaya başlayan yönetmenliği, bu filmde yine kendi yazarlığında şahane bir fikirle birleşiyordu(yönetmen daha önceki hit filmlerinde en az kendisi kadar uçuk olan senarist Charlie Kaufman ile çalışmıştı). Her ne kadar film başladığı gibi devam etmemekle eleştirilse de, düşük bütçelerle nasıl yaratıcı setler tasarlanabileceğini bize gösteren efsane yönetmene ‘düşünmen bile yeter Gondry’cim’ demek boynumuzun borcudur.
Slumdog Millionaire (2008)
Yazan: Simon Beaufoy – Vikas Swarup
Jamal Malik 18 yaşında mumbaili bir çaycıdır ve ülkesi Hindistan’daki (ülkemizde Kim Beş Yüz Milyar İster? adıyla izlediğimiz) “Who Wants To Be A Millionaire?” programına katılır. Ve inanılmaz bir şekilde bugüne dek kimsenin yapamadığını yapar; son soruya kadar kusursuz bir şekilde gelir. Son soru öncesi yarışmaya ara verilir ve bu arada polis Jamal’ı gözaltına alıp sorguya çeker. Bir çaycının bu kadar soruya doğru cevap veremeyeceğini; hile yaptığını düşünürler. Jamal hile yaptığını itiraf etmeyince polis çareyi yarışma kasetini Jamal’a tekrar izlettirip her soru için “bunu nerden biliyordun?” sorusunu sormakta bulur. Jamal her sorunun hikayesini anlatırken, ortaya 18 yıllık keder ve kader dolu bir hikaye çıkar.
Slumdog Millionaire’in hikayesinin iki yıl önce bir sinema dergisinde gördüğümü ve büyük bir merakla filmin çıkmasını beklediğimi hatırlıyorum. Sonra projenin ismini unutmuş bir şekilde Danny Boyle’un son filmini izlerken iki yıl önce duyup meraklandığım hikaye olduğunu fark ettim ve koltuğa daha bi hevesle kuruldum. Gerçekten tv yarışmalarıyla, hele ki Kim 500 milyar ister tarzı bir bilgi yarışmasıyla ilgili oluşturulabilecek en cin hikayelerden birisi Vikas Swarup’un aklındaki. Ve söylemek gerek, Danny Boyle altından iyi kalkmış bu hikayenin.
The Curious Case Of Benjamin Button (2008)
Yazan: Eric Roth – Robin Swicord – Scott Fitzgerald
Benjamin Button dünyaya geldiğinde görüntüsü iç karartıcıdır. Yüzü 80 yaşındaki bir adamınki gibi kırışıklar içindedir ve sağlığı da hiç iyi gözükmemektedir. Doktorlar kendisine fazla ömür biçmez. Ancak Benjamin’in hayatı mucize bir şeklinde devam eder. Gittikçe kırışıklıkları azalır, hareket etmeye, yürümeye, gezmeye başlar. Yaşamına 80li yaşlarında başlayan Button, hayatı tersten yaşamaktadır ve gün geçtikçe gençleşmektedir.
F. Scott Fitzgerald’ın 1921 yılında Colliers dergisinde yayınlanan kısa hikayesi insan yaşamına öyle bir yerden yaklaşıyor ki, etkisi altına girmemek gerçekten güç. Bu hikaye orada öylece dururken, haliyle burdan yola çıkılarak yapılan bir filmin merak uyandırmaması çok zor. Hikaye senaryoya adapte edilirken epeyce değişime uğruyor ama bu filme karşı uyanan merakı hiçbir şekilde etkilemiyor. Sonunu bilsek bile merak edeceğimiz bir hikaye bu. Belki de hepsinin sonu belli ve aynı olan kendi hikayelerimizden farklı bir sona sahip olduğu için, hayat var oldukça merak edilecek bir hikaye Benjamin Button’ın tuhaf hikayesi.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.