Emin Alper’in daha önce ülkemizde çeşitli kısıtlı gösterimleri yapılmış ilk uzun metraj filmi Tepenin Ardı, uzun yurtdışı festival yolculukları dâhil yolculuğunu nihayete erdirmek üzere ülkemizde genel dağıtıma çıkıyor. Bakmayın genel dağıtım dediğime, ana akım medyanın da haberleştirdiği üzere film tüm Türkiye’de sadece 14 salonda gösterime girecek. Bunlardan 10 tanesinin İstanbul’da olduğunu söylediğimde manzaranın vahameti tam anlamıyla ortaya çıkacaktır. Hala durumu tam kavrayamadıysanız kalan şehirler; Ankara, İzmir ve Eskişehir…
Bu sinema salonları, kapananlar, tekelleşme üstüne daha çok fazla konuşmak pekâlâ mümkün ama bunun burada konuşulması filme haksızlık olacaktır.
Orman emeklisi Faik ile tepenin ardındaki Yörükler arasında gizliden yürüyen bir sürtüşme vardır. Oğlu Nusret ve torunlarının geldiği gün onlara kestiği davar da bu sürtüşmenin kurbanlarından birisidir. Aynı günün gecesinde torunlardan birisinin silah merakı ile başlayan gerilim, sonraki günün akşamına değin sürekli büyüyerek gelişecek ve Yörüklerle bir savaş neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Peki, gerçekten tepenin ardında Yörükler var mıdır?
Otoriter dede Faik (Tamer Levent), oğul sefa pezevengi Nusret (Reha Özcan), torunlar; asker eskitmesi Karaman koyunu Zafer (Berk Hakman) ve altıpatlar Caner (Furkan Berk Kıran), yardımcı yarım erkek Mehmet (Mehmet Özgür), yarım erkeğin yarımdan az yabani oğlu Sülü-Süleyman (Sercan Gümüş), doğasına uygun tek karakter Köpek Paşa (Sarı), kadın Meryem / Meyrem (Banu Fotocan) ve kadın adayı Aliye (Şevval Kuş) bir günlüğüne bir araya gelirse ne olur?
Bu her biri birbirinden bir o kadar farklı, bir o kadar aynı ve birdirbir oynayan karakterler aslında büyük bir bütünün yek parçası. Hiçbirisi bu habitatta tek başına var olmamış vaziyette, herkes birbirini etkiliyor ve neticede kocaman yabani, yabancı ve tehlikeli bir birliktelik ortaya çıkıyor.
Burada şunu açmak gerek, filmin ele aldığı konuyu iki parçaya bölmek mümkün. Aynı manaya getirtilebilecek bu iki okumada da benzer kapılara çıkılıyor; insan doğası doğaya nazire edercesine hayatta kalma dürtüsünün ötesinde bir çaba içindedir. Hayatta kalmasını gerçeklere bağlamaya gerek duymaz, gerektiğinde sahte düşmanlar yaratır, isterse fazlasıyla suni şeylerden yapmak istediğini yapma yolları arar.
Her karakterin buna benzer bir anını görürüz film boyu. Torun Caner şişeye ateş eder içten yanmalı beyni başka hedeflerin de peşindedir. Baba Nusret şair kişiliği ve unutamadığı karısı ile yalnızlığın derinliklerinde hayatta kalmayı başka bir bedende bulur. Dede Faik, kendi otoritesini herkese istediğini söyleme kudretinde saklı olduğunu düşünür (Meryem ile arasındaki Mehmet’i ve Süleyman’ı konu alan konuşma) ve öyle böyle otoritesini sarsmaya yönelik hareketlere sıfır tahammül gösterir. Aynı kudretli Dede Faik gerekirse farklı yönlere akmakta olan dereyi alıp kendi amaçları doğrultusunda yarattığı paranoyak düşmanın üstüne sürebilir.
Bu sene izlediğim çoğu türk filminin temelinde yatan bir meseleyi daha kenarından ele alıyor Emin Alper’in filmi; iletişimsizlik. Büyük bir sorun düşünün, boz bir ayıdan biraz büyük olsun. Bu büyük sorun evdeki herkesi etkilesin. Buna çözüm bulmak için tüm aile bireyleri birleşip bir hayvanat bahçesinden fil alsınlar. Sonra getirip bu kocaman fili salonun ortasındaki bu büyük sorunun üstüne oturtsunlar. İşte o noktadan sonra artık ortada bir fil yoktur. Zira ortada bir fil olsa, o filin gitmesi gerekir. O filin gitmesi demek büyük sorunun tekrar ve çok daha acı (ezilmiş) şekilde ortaya çıkması demek olacaktır.
Ülkemizde kimse o filleri yerinden kaldırmaya çalışmıyor. Yetinmiyor, filin kalkmaya çalıştığını gören üstüne balina oturtmaya çalışıyor. Balina dediğin okyanusta yaşayan canlı, salonun ortasında işi ne ki?
İşte birkaç film buna dikkat çekiyor. Tepenin Ardı bunu kenarında da olsa ama çok çok iyi bir şekilde yapıyor. Bir adam ayağından vuruluyor. Sonrasında kimse nasıl ve niyesini sorgulama “riskine” girmiyor çünkü halihazırda yaratılmış ve sürtüşülen bir düşman var. Sorgulamak bir risktir, farklı sorunların ortaya çıkmasına yol açabilir.
Yönetmen ve senarist Emin Alper’in röportajlarından da görülebileceği üzere filmin temelinde ülkemizi kemiren, yakın zamana kadar üstünkörü bile konuşulması kaşınan bir yara gibi algılanan mevzu-lar- yatıyor. En birincil örneği kürt sorunu. Tepelerin ardında, ülkenin en doğusunda birileri yaşıyor. İşte o birilerinden bazıları da daha dik tepelerin ardına gidiyor. Sonra geriye ellerinde silahlarla geliyorlar. Niye olduğunun önemi yok! Her silahla geleni vurmak; gerektiğinde silahsız ve kendini koruyamayacak olanlara bile genelin gözünü korkutmak adına veya daha vahimi sırf merakı gidermek/tatmin olmak için zarar vermek gerek.
Filmi böyle görmemizi sağlayan ve bence filmi sürükleyen karakter kesinlikle asker eskitmesi Zafer. Onun dereden geçtiğini gördüğü askerler ise filmin daha girişinden, hikâyenin görünenden farklı olduğunu suratımıza çarpan sahne oluyor. Noktayı asla olmayı beceremediği bir Karaman koyunu olan Zafer’le koyarak bunu pekiştiriyoruz.
Arada şunu belirtmem gerek. Filmi izlerken sıkıldığım yerler oldu. Huzursuz bir biçimde koltuğumda hareket ettiğim birkaç uzun sekans vardı. Filmden çıktığımda filmi sevip sevmediğimden o kadar emin değildim. Sevmemiş olma yanım ağır basıyordu. Lakin kafamda bir şeyleri döndürüp durduğunu kabul etmem gerekiyor. Ne zaman eve gelip, bir kahve eşliğinde filmi tam manasıyla etraflıca düşündüm; işte o zaman aslında filmi sevdiğimi anladım. Buradan şunu söyleyebiliriz, kolay bir film değil Tepenin Ardı. Üstünde çözüm düşünme, düşünceyi eyleme geçirip kabuk parçalama, kabukların altından çıkan özütü katmanlara ayırma ve en son olarak bu özütü yiyerek ağızda bıraktığı kekremsi tatla empati kurarak tadına ulaşma şeklinde meşakkatli bir özümseme süreci istiyor. En azından benim için böyle bir süreç gerekti.
Değinmezsem yazı eksik kalacak, kadın ekseninde de filmin na-HOŞ yanları vardı. Bir yerde aslında bunu çaktırmadan belirtmeye çalıştım. Karakterleri tanıtırken Meryem’i yalnızca kadın olarak verdim. Filmin, film boyu işleyerek verdiği ama çözüm üretmediği tek yan bana kalırsa burasıydı. İşleniş biçiminden ne kadar hoşnut kalsam da sonuç kısmından şikâyetçiyim. Her şeyi tahmin eden, isimsiz kahraman ve hatta Dede Faik’in deyimiyle peygamber olacak kadın Meryem, onlar için sadece kadın kalabilirdi ama bizlere kadınlığının ötesinde de bir şeyler sunabilirdi. Bunun harcanmış bir fırsat olduğunu düşünmeden edemiyorum. Özellikle Nusret, Aliye ve Meryem’in bir arada bulunduğu bölümde bunu harcamaması için içimden duacı oldum ama dualarım boşa çıktı.
Buradan şuna geçiş yapılabilir: senaryo. Emin Alper’in yönetmenliğinden tam emin olamadım ama senarist yanından çok etkilendim. Yaratım sürecinde gerçekten içine girip tam manasıyla yaşayan karakterleriyle dört başı mamur bir senaryo yazmış.
Bu senaryoya hayat verenlerden birisi hiç kuşkusuz görüntü yönetmeni George Chiper olmuş. Karaman’ın Ermenek ilçesi Balkusan Köyüne hiç gitmedim ama köyün civarındaki o köhne yerdeki evi oraya gittiğimde bundan daha iyi görebileceğimi hiç zannetmiyorum. Hatta muhtemelen gidecek olsam hüsranla ayrılabilirim. Ortamın o sarımsı tonu filme çok güzel yedirilmiş.
Neticede yakın zaman türk filmleri içinde eli yüzü düzgün, derdi olan ve bu derdi iyi şekilde aktaran bir yapım ortaya çıkardığı için Emin Alper’e teşekkür ederim. Onu bu filmin ortaya konmasında destekleyen, çok erken yaşta kaybettiğimiz Seyfi Teoman’a da bu fırsatla hem teşekkür ediyorum hem de tekrar Allah’tan rahmet diliyorum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.