The Broken Circle Breakdown: Kırılırsak Biteriz

Her biri ayrı ayrı düşünüldüğünde bile dayanamayacağımız acılar üst üste geliyor ve bir şekilde hayatta kalıyoruz. Bunun sırrı ne? Yüzyıllar boyunca mütenevvi şekillerde izah edildi. Dinler açıkladı, bilimler açıkladı, “ilimsiz din – dinsiz ilim” temalı sözüyle Einstein konuyu yeni bir boyuta taşıdı.

Ardından Yoda’nın “Yaparsın veya yapmazsın. ‘Yapmaya çalışmak’ diye bir şey yoktur.” ve Mike Tyson’ın “Ben ağzının ortasına yerleştirene kadar herkesin bir planı vardır.” sözleri geldi. (Konuyla alakası yok ama sevdiğim laflardır!)
3

Her görüşe saygı duymakla beraber, ben “araya kare atma teorisi”ni savunurum. Özet geçmek gerekirse, sistem şöyle işlemektedir: Acıların arasına bizi sevindiren, heyecanlandıran, coşturan ufak hayat kareleri atarız. Ortamı dengeleriz. Aramızdaki bazı şanslı kişiler bir süreliğine mutlu bile olurlar! Sonra gelsin yeni acılar, hayal kırıklıkları, hüzünler… Bizleri hayatta tutan böyle bir zincir (ya da konumuza daha uygun ifadeyle bir ‘çember’) mevcuttur. Ve bu çemberin kesinlikle kırılmaması lazımdır!

Skalanın diğer ucunda ise, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” ifadesiyle tanımladığı anlar var. Öyle müsrif davranıyor, bu anların elimizden kaçıp gitmesine o kadar kolay izin veriyoruz ki, böyle bir saflığı ancak insanoğlu yapabilir. Hayatımızın en mutlu anlarını – muhtemelen öyle olduğunu bilmediğimizden olacak – tasasızca harcayıveriyoruz. Zaten duyacağımız pişmanlığın şiddetini kestirebilsek, o anın bitmemesi için hayatımız pahasına mücadele etmez miydik?

Belçika’nın En İyi Yabancı Film dalında Oscar ‘aday adayı’ olan The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember, 2012, Felix Van Groeningen), işte tam bu duygular arasında gidip gelen bir film. “Durduk yere insanı tepetaklak eden film” türünde! Kalbimizi ağrıtıyor. Yaralarımızı deşiyor. Ama müzikleriyle pansuman yapmayı da ihmal etmiyor. (Müzik açma imkânınız varsa bu noktadan itibaren aşağıdaki müzik eşliğinde okumanız tavsiye edilir.)

Yer: Gent. Elise (Veerle Baetens) güzel ve şen şakrak bir dövme sanatçısı. Çarşı içinde bir dükkanı var. Didier (Johan Heldenbergh) ise tatlı dilli, yakışıklı, romantik, Amerika hayranı bir müzisyen. ‘Bluegrass’ grubunda banjo’cu. Bluegrass, net bir tanımla “country müziğin en saf hali”.

Didier, Elise’e ilk görüşte tutuluyor. “İyi bir grubun konseri var, gelsene.” diyerek kızı bara davet ediyor. Kız da ona karşı boş değil. Bara gidiyor ve bir de bakıyor ki Didier grubuyla beraber kovboy kıyafetleriyle sahnede! Aralarında güzel bir aşk filizleniyor. Elise vokal olarak gruba katılıyor. İçine sevgi kattıkları şarkılarıyla mükemmel performanslar sergiliyorlar. Bu esnada aşklarını da evliliğe taşıyorlar. Yakın arkadaşlarının huzurunda, jet ve mini bir törenle dünya evine giriyorlar. Tabii bu olayları biz bu sırayla izlemiyoruz. 7 yıllık bir süreçte çeşitli zaman dilimlerine konuk oluyoruz. Filme gücünü veren özelliklerden biri de kronolojik olmaması…

2

İki kişilik dünyalarına, biraz plansız olmakla beraber minik kızları Maybelle (ismini country müzik efsanesi Maybelle Carter’dan aldığını anlamak güç değil) dâhil oluyor. Maybelle 6 yaşına geldiğinde ciddi bir hastalığa yakalanıyor ve bu mutlu aile tablosu çatırdamaya başlıyor.

Zaten Maybelle ilk adımlarını atarken televizyonda 11 Eylül saldırıları haberinin geçişi veya Didier’nin televizyon seyrettiği bir sahnede George W. Bush’un kök hücre araştırmalarını kilisenin baskısıyla veto edişi, filmde bir şeylerin tepetaklak olacağının sinyalini vermişti. Tıpkı Elise kendisinde iz bırakan her şeyi dövme olarak vücuduna işlerken Didier’nin ufacık bir dövme bile istememesi, Didier’nin idolü olan bluegrass’ın babası Bill Monroe’yu Elise’in hiç duymamış olmasının iki âşık arasında bir sıkıntı yaratacağını baştan itibaren hissetmemiz gibi…

Ama asıl problemi çıkaracak konu ise başka: Elise dindar bir katolik. Didier ise dünyanın çektiği acılardan Papa’yı ve Bush’u sorumlu tutan bir ateist! Bu ruhani görüş ayrılığından dolayı kızlarının hastalığına farklı tepkiler veriyorlar. Elise, Didier’yi baştan beri çocuğun doğmasını istememiş olmakla itham ediyor. “Ailesinde kanser geçmişi bulunan da sensin, ben değilim.” diyor. Didier ise Elise’e hamileliğin ilk aylarında sigara ve içki kullanmaya devam ettiğini hatırlatıyor, vs. Çember kırıldıktan sonra artık bir ilişkinin yürüme şansı yok. Onun için ısrarla vurguluyorum ya: O çemberi korumamız lazım!

Filmin falso yaptığı tek yer de zaten burası. Didier ve Elise’in inanç kavramına bakışları hakkında ‘anti’ ve ‘pro’ kutuplardan ders anlatmaya kalktıkları birer sahne var. “Film vermek istediği mesajı alttan alttan güzelce verirken ne gerek vardı şimdi buna?” dedirtiyor. Yine de bu falso ‘eser miktarda’. İstatistiksel açıdan önemli değil. Final ise son derece dramatik! Ama anlattıkça tadını kaçırıyorum. Fazla detay vermek filmi sıradanlaştırabilir. Hani bir derdimizi arkadaşımıza anlatmaya çalışırız, tam olarak ifade edemeyiz ya. Bu film biraz onun gibi. İzlemeyene tarif ettiğim etkiyi yapmaz. O yüzden ‘ötesini söylemeyeceğim’!

1

Velhasıl mutluluğu ve acıyı tüm gerçekliğiyle yaşayan bir film… Bol mendil stoklayıp seyretmekte fayda var. Ben Filmekimi’nde izlemiştim. Biraz otursun diye bekledim zira o günlerde yazsaydım gerçek dünyayla bağdaşmayacak duygusallıkta şeyler yazabilirdim! İzlerken aklımdan sürekli Oruç Aruoba’nın “Yakın” kitabından “Ateş Yakana Kılavuz” dizeleri geçti: “Ateşin, bazen, yalnızca tüter: yanamamaktadır.” “Ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir – ya yükseliş, ya iniş…” ve tabii ki “Ateşini kendi haline bırakamazsın – bırakırsan, tükenip söner. Ateşinden sorumlusun.”

2010’da The Misfortunates’le (Çölde Kutup Ayısı) İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan Felix Van Groeningen bu defa acının dozunu iyice artırmış. Mükemmel bluegrass müzikleri de cabası. Üstelik çok iyi İngilizce konuşan birer şarkıcı tarafından dublaj yapılmış hissi verse de, Baetens ve Heldenbergh şarkıları bizzat kendileri söylüyorlar. Film, Heldenbergh’in Mieke Dobbels’le beraber yazdığı bir oyundan uyarlandı. Veerle Baetens, bu filmdeki performansıyla Tribeca Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü.

Kırık Çember Oscar yarışında son dokuza ya da beş finalist arasına kalır mı, bilinmez. Gönlüm kalmasından yana. Fakat görünüşe bakılırsa “Belçika’nın Walk the Line”ı olmayı şimdiden başardı! Didier’yi bir Joaquin Phoenix, Elise’i bir Reese Witherspoon olarak pekâlâ düşünebiliriz. Rollerinin hakkını en az onlar kadar veriyorlar. En az onlar kadar ‘sınırları aşıyorlar’! Birkaç sene evvel Bruges’te dolaşırken bir ‘bar filozofu’, “Ne işin var oğlum Bruges’te? Gent’e git!” demişti. O zaman ciddiye almamıştım ama Kırık Çember’i izledikten sonra 2014 seyahat planıma aldım seni Gent!

Yorum Gönderin