The Cloverfield Paradox: Cloverfield Serisinin En Kötüsü

JJ Abrams 2007 yılında herkesten gizli bir şekilde Cloverfield filmini çektirmişti. Henüz tanınmayan Matt Reeves’in yönettiği bu filmin ilk teaserı sinemalarda filmin ismi, oyuncuları anılmadan, konusu açık edilmeden gösterilmiş, epey de tantana yaratmıştı. Bu gizli marketing (tanıtım) işe yaramış, film vizyona girdiğinde beklenenin de üstünde hasılat elde etmişti. Yıllar sonra 2015’te Abrams serinin ikinci filmi olan 10 Cloverfield Lane‘i ilk film gibi basından gizlemeyi başararak Daniel Trachtenberg’e çektirmiş, gene iyi bir hasılat elde etmişti. Abrams bu filmi vizyona bir ay kala tanıtmaya başlamış, o zamana dek filmin Cloverfield filmi olduğunu açıklamamıştı. Bu gizli marketingi, gizem yaratmayı çok seven Abrams aynı şeyi The Cloverfield Paradox‘a da yapmaya çalışmış ama Julius Onah’ın yönettiği bu üçüncü film kurguda bir türlü kurtarılamayınca vizyon tarihi defalarca kez ertelenmiş, en nihayetinde çok geçmeden sürpriz bozulmuş ve filmin Cloverfield filmi olduğunu öğrenmiştik.

The Cloverfield Paradox 2016’da God Particle adıyla çekildi. Gugu Mbatha-Raw, David Oyelowo, Daniel Brühl, Elizabeth Debicki, Chris O’Dowd ve Ziyi Zhang’lı bu filmin çekimleri 2016’da tamamlanmasına rağmen bir türlü vizyona giremedi. Nedeni bugün belli oldu. Film o denli kötü ki Paramount 2017 boyunca filmi kurtarmaya çalışmış ama kurtaramayınca, yani başarılı hale getiremeyince alacağı eleştirilerden sonra batmasından korkup filmi Netflix’e satmış. Netflix de tanıtımlarla uğraşmayıp Super Bowl’un bitişinden hemen sonra tüm dünyada filmi yayınladı. Bu film için rahatlıkla Alien‘ın epey kötü versiyonu diyebilirim. Serinin ilk filmi şehirde geçip canavardan kaçmaya ve hayatta kalmaya çalışan bir grup arkadaşa odaklanırken ikinci film yer altında bir sığınakta uyanan bir kadının hayatta kalma çabalarını anlatıyordu. Bu kez uzaydayız. Dünya’nın kaynaklarının tükenme noktasına geldiği bir gelecekte geçen The Cloverfield Paradox farklı milletlerden (Alman, Rus, Çinli, İngiliz, Amerikan) astronotların uzaya enerji üretmek için yollanmalarını, burada da başlarından geçen gerilimli olayları anlatıyor.

Ridley Scott’ın Alien serisini tüketmeye devam eden filmlerini ne yazık ki Scott’ın son Alien‘ları kadar vasat filmler takip ediyor. Geçen yıl Alien: Covenant‘tan önce Sony’nin Life filmini izlemiştik, ki konu Alien‘ın birebir aynısıydı. The Cloverfield Paradox ise Life‘ın ve Alien‘ların benzeri. Ama sorun şu ki en kötü Alien filminden (David Fincher’ın filmi) daha kötü bir film olmuş TCP. Fena başlamayan film 20. dakikadan sonra tren enkazına dönüşmeye başlıyor. Karakterlerden tutun diyaloglara, kurguya kadar her şeyi sorunlu. Önceki filmler ortalamayı aşamıyordu, ama özellikle ikinci film tek mekânda izleyiciyi gerebilen bir filmdi. TCP genelde tek mekânda, uzayda geçiyor ama karakterlerini karikatür bıraktığı, izleyiciye onları umursamak için tek bir neden bile veremediği için bir kez bile geremiyor. Alien ve benzeri filmlerin en büyük sorunu astronotları, yani bilim insanlarını aptalca hareket ettirmekti. Mesela ilk kez geldiği gezegende gördüğü yaratığa “gel kuçu kuçu” diyecek karakterler var seride (Prometheus). TCP filminde de böylesi karakterlere yer veriliyor. Sonra izleyiciden bu bilim insanlarının dünyanın umut bağladığı son kişiler olduklarına inanmamız bekleniyor. Gerilimin işlevsiz olmasının diğer nedeni de karikatür düzeyindeki karakterlerin aptalca davranmaları.

(Buradan sonrası spoiler içerir…)

Filmin diyalogları epey kötü -Dünya’nın yok oluşu üzerine dönen muhabbet, onca ölümden sonraki diyaloglar ve daha nice replik facia-. Setler dışında pek bir şeye özenilmemiş gibi görünüyor. Ne diyaloglarda, ne de karakterlerde inandırıcı olabilmiş bu film. Yukarıda belirttiğim gibi karakterler tanıtılmıyor, geçmişlerine dair bilgiler verilmiyor (sadece Hamilton’ı (Mbatha-Raw) az da olsa tanıyabiliyoruz), hatta uzay aracındaki görevlerine dair açıklamalar dahi es geçiliyor. Diğer sorunsa karakterler arasındaki sorunlara hızlıca girmesi. Daha ilk on dakikada Rus astronot Volkov (Aksel Hennie) Alman Schmidt’i (Brühl) istasyonu etkisiz hale getirmekle suçlayıp gereksiz yere yumruklaşıyorlar. Daha karakterler tanıtılmamış, kim kimdir, necidir anlatmadan, karakterler arasındaki gerilimi yavaşça başlatmak yerine birden karakterleri kavga ettirmek özensizliğin, karakterlerle ne yapacağını bilememenin ilk örneği oluyor. Gelelim gizeme. 20. dakikada bir patlama oluyor ve uzay aracı hasar alıyor. Bu patlamadan sonra Jensen (Debicki) ortaya çıkıyor. Çok geçmeden paralel evrene geçildiğini ağzından kaçırıveriyor film. Yani gizemi de koruyamıyor. Halbuki ikinci filmde John Goodman’ın oynadığı karakterin iyi birisi mi, kötü mü olduğu, gerçek amacı, canavarın gerçekten olup olmadığı üzerine dönen gizem filmin sonuna dek açık edilmemişti. Uzatmayacağım. TCP sadece Cloverfield serisinin en kötüsü değil. Uzayda geçen hayatta kalma savaşı konulu benzeri filmlerin de, Black Mirror benzeri yapımların da en kötüsü. Vasatı aşamayan Life bile TCP‘den daha iyi. Orada da sorunlar vardı şüphesiz ama bu filmdeki kadar dökülmüyordu ve en azından izleyiciyi gerebiliyordu.

TCP sadece hayatta kalma savaşına odaklanan bir film olmak istememiş. Tek mekân gerilimiyle yetinmek de yetmemiş. Dünya’da da geçiyor ama buradaki sahneler de heyecandan, gerilimden uzakta (buradaki sahnelerle önceki filmlere bağlanıyor bu film. Ayrıca bu sahnelerin sonradan çekilip filme dahil edildiği de belli oluyor). Ayrıca Hamilton üzerinden başka filmlerin sularına da giriliyor. Oğlunu bir yangında kaybeden Hamilton paralel evrende oğlunun yaşadığını öğrenince her şeyi bırakıp paralel evrendeki evine gitmek istiyor. Kurgunun dağınıklığının bir nedeni de Back to the Future, Black Mirror, Alien gibi pek çok filmden doneler barındırıp bir türlü ne olacağına karar verememesi. Senaryo dağınık, kurgu daha da dağınık. Neredeyse pek çok filmin sularına giriliyor ve en nihayetinde film tepeden tırnağa dökülüyor. Bu tür filmlerin klişesi olan herkesin sırayla ölmesi gibi bütün klişeler ardı ardına sıralanıyor. Tek bir orijinal tarafı yok yeni Cloverfield‘ın.

Öte yandan Jensen’in (Debicki) kendi evrenindeki 8 milyar insan için filmdeki tüm karakterleri öldürmesi ve bunun işlenişi de gülünç olmaktan ötesine geçmiyor. Jensen’le ilgili asıl kötü durumsa onu gizemli, ne yapacağı kestirilemeyen bir karakter haline getirmeye çalışıp bunu da ellerine yüzlerine bulaştırmaları. Korkunç değil, gerilimli hiç değil, derin değil, heyecanlı değil, bomboş, ilginçlikten uzak bir film olmuş. Filmdeki kötü şeylerin tüm suçunun patlamaya atılması, açıklama bile yapılmaması senaristlerin tembelliğinin diğer kanıtı oluyor. Dolayısıyla Paramount’ın bunu Netflix’e satması, vizyona çıkarmaması çok doğru bir karar olmuş -Netflix’in bu çöp filme para harcaması doğru karar mıydı tartışılır-. Vizyona girse direkt batardı bu film. Bakalım Paramount, Cloverfield serisinin 4. filmi Overlord‘la ne yapacak? Gelen bilgilere göre bu film Nazi döneminde geçecek. 3. filmin başarısızlığından sonra heyecanlanmak için bir neden göremiyorum. Abrams yanlış senaristler ve yanlış yönetmenle bir seriyi daha katletti kısacası. Olan Brühl, Debicki, Mbatha-Raw gibi yetenekli oyunculara olmuş, film boyunca gülünç duruma düşmüşler.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın