The Divide, Frontier(s) ile tanınan Fransız yönetmen Xavier Gens’in kayda değer ikinci sinema filmi. Senaristler Karl Mueller ve Eron Sheean, senaryosu da Xavier Gens’e ait Frontier(s)’in hikaye yapısıyla paralellikler gösteren bir senaryoya imza atmışlar. Bir kere iki film de, korkuyu doğuran faktör olarak doğaüstü olayları değil de insanların birbirlerini yok etmek için giriştikleri eylemleri işaret ediyor. Biri küçük diğeri büyük çapta olmak üzere ikisi de toplumsal bir yıkımla başlıyor. Frontier(s), Paris sokaklarında anarşinin kol gezdiği görüntülerle açılırken The Divide nükleer saldırı altındaki New York silüetiyle açılış yapıyor.
Bir yerde sıkışmış kalmış, tehdit altındaki insanlar, yeni bir nesil yaratma çabaları, faşistler, ucubeye dönüşen insanlar iki film arasındaki diğer benzerlikleri oluşturuyor; ayrıca belirtmek gerekirse (ki gerekir) her iki filmin sonunda da kurtulan bir kadın oluyor. (Xavier Gens bu tutumuyla kötü gidişatın sorumlusu olarak erkekleri görüyor ve onları cezalandırıyor gibi…)Benzer unsurları kıyasladığımız da ise The Divide’in daha kapsayıcı, daha iddialı ve daha karamsar bir dili tercih ettiği ayan beyan görülüyor.
Nükleer saldırı altındaki New York’a bir apartmandan ve o apartmanda yaşayan Eva’nın ağlayan gözlerinden bakarız. Binadaki insanlar can havliyle kaçışmaya başlamıştır; aralarından küçük bir kısmı-Eva’da dahil- sonradan sığınak olduğunu öğrendiğimiz yere içeride bulunan, ‘zor şartların adamı’ görüntüsündeki Mickey’nin izniyle girmeyi başarır. Mickey filmin ilk yarısı boyunca gruba liderlik yapar. Radyasyonun etkisi, bedenlerinde bariz biçimde görülmeye başladığı ikinci yarıda ise olaylar çok hızlı gelişir. Kızı elinden alınan anne, Mickey’i etkisiz kılıp otoriteyi ele geçiren ikilinin fahişesi olur, gruptaki tek zenci öldürülür, biri sakat biri de bildiğin ödlek olduğu için etkisiz eleman konumundaki iki erkek dışında bir şeyler yapmaya çabalayan bir tek Eva kalır.
Filmin en önemli esprisi, içeriye normal giren insanların temelde radyasyonun kısmen de kapalı kalmanın etkisiyle karakterlerindeki şaşırtıcı değişimlere odaklanabilmesi ve izleyiciyi interaktif bir sürece dahil edebilmesi olmuş. En azından ben, filmi izlerken ‘’acaba orada olsaydım ne yapardım, nasıl olurdum?’’ sorularını kendime sorma ihtiyacını duydum.
Aslında kimse başlangıçta olduğunun tam tersi bişey olmuyor; aksine başta neyse nasılsa o yönde sıçrama yapıyor. Geçişin birdenbire gerçekleşmesi, altyapının sağlam döşenmemesi esasında filmin aleyhine işlemesi gerekirken hiç de öyle olmuyor. Çünkü nükleer saldırı sonrası havaya dağılan radyasyonun ölümcül etkilerinin hızını duyumsatabilmek ancak bu hızı kişilerin ruhsal geçişlerinde de gösterebilmekte yatıyor ve bence film bu anlatı tercihiyle başarıya ulaşıyor ve radyasyonu üçüncü şahıs bir korku ögesi olarak ustalıkla kullanıyor.
Finalde Eva, kendisinden beklenmeyen bir hareketle erkek arkadaşını ve Mickey’i ölüme terk ederek varolan tek radyasyon elbisesini giyip lağımdan geçerek dışarı çıkıyor. Dışarıda ise kendisini bekleyen tek şeyin enkaza dönmüş bir şehir olduğunu görüyor. Eva’nın hayatta kalma dürtüsünün yüksekliği ile karşılaştığı manzara arasındaki zıtlık, yukarıda interaktif tanımlaması yaptığım filmi, bir adım daha ileriye taşıyarak Brecht’in Epik Tiyatro’da yaptığı gibi sorgulayıcı kılıyor: ‘’Hayatta kalmayı bu kadar istememize rağmen bu yıkım da neyin nesi?’’
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.