Popülist bir şekilde ifade edecek olursak: 9 ocakta Amerika’da gösterime giren Butterfly Effect: Revelations filminin yönetmeni Seth Grossman. Fakat bizim kendisiyle iletişime geçme sebebimiz The Elephant King filmini çekmiş yönetmen olması sebebiyleydi.
Türkiye’den olduğumuzu söyleyince bizi şaşırtan sevincinin sebebini ise sonra anladık. Kendisi uzun sayılabilecek bir süre Türkiye’de kalmış ve epey gezmiş buralarda. O yüzden röportaj talebimizi de memnuniyetle kabul eden Seth Grossman’la hem hayatını, hem The Elephant King’i, hem Butterfly Effect: Revelations’ı, hem de Türkiye’yi konuştuk.
Sizi genel olarak film çekmeye iten motivasyonunuz nedir?
Kendimi bildim bileli hikaye anlatmaya hevesliydim. Çocukken detaylı oyunlar yaratırdım kendime. Yaşım ilerledikçe bu merakım hikayeler yazmaya yönlendirdi beni. Yazarla okuyucu arasındaki o büyülü ilişki beni her zaman şaşırtmıştır; bu yüzden bu ilişki üzerine çok kafa patlattım. Yazarın bir imaj ya da bir metafor kullanarak okuyucusunda hiç beklenmedik kapılar açabilmesi beni her zaman büyülemiştir.
Üniversitedeyken yaratıcı yazarlık ve ingiliz edebiyatı çalıştım – ki o zamanlar hayatımı yazarak kazanmayı planlıyordum. Fakat çok erken aldığım redler beni demotive etti ve günü kurtarabilmek için açıkçası film çekmeye yöneldim. Film okulunda okumaya başlamamla düğünlerde video çekmeye başlamam bir oldu. Disiplin ve biraz da şansın yardımıyla, görece çabuk bir şekilde başarıyı yakaladım diyebilirim.
Fakat her ne yaparsam yapayım, her şeyin aslında çocukluğumdaki o oyun ve hikaye aşkının bir uzantısı olduğunu düşünüyorum.
İlk kısafilminiz Shock Act çok takdir toplamış ve beğenilmiş. Shock Act filmini sizden dinleyebilir miyiz?
Shock Act, polemik ve aktivist bir filmdi. Seyircinin tecrübelerini özellikle saptıran ve şaşırtan; böylece ölüm cezasının içsel ahlâkına farklı bir bakış getirmeye zorlayan bir filmdi.
Ardından gelen ilk uzunmetrajınız; The Elephant King’de ise başka bir yola girdiniz. Bu geçiş kararını nasıl verdiniz?
Elephant King’de daha kişisel bir hikaye anlatmak istedim. Çoğu açıdan basit bir hikayedir aslında. İki kardeşin birbirinden farklı, kişisel özgürleşim süreçlerine tanık oluruz fakat bu olay amerikan ve tayland kültürlerinin çakıştığı bir noktada nüksedince biraz daha kompleks bir hal alıyor.
Tayland’ı tercih etme sebebiniz neydi?
Chiang Mai şehri dünyada çoğu yerden daha iyi bildiğim bir yerdir. Üniversiteyi bitirdikten sonra, buraya ingilizce öğretmeni olarak gelmiş ve bir buçuk yılımı burada geçirmiştim. Geri döndükten sonra da irtibatımı koparmadım ve ara ara ziyaretlerime devam ettim.
Tayland batının pek çok çelişkisini özetleyen bir yer; tek farkı bunu yaparken kendi içinde çelişmeden yapabiliyor olması bence. Mesela ‘go go bar’ dedikleri yerlerde kadınlar ücret karşılığında erkeklerle birlikte oluyor. Bu barın hemen yanında ise tapınak oluyor ve kimse de bunu yadırgamıyor. Hatta insanlar birinden çıkıp, rahatlıkla diğerine geçebiliyorlar. Taylandlılar için ruhanî olmakla, dünyevî olmak arasında çelişen bir durum yok. Fakat yabancılar için bu çözülmesi zor bir ilişki.
The Elephant King’de otobiyografik ögeler var mı?
Bizzat hayatımın aynı olmasa da, evet var. İki kardeşin arasındaki ilişkinin de, kardeşimle aramızda yaşadıklarımızın dramatize edilmiş hali olduğunu söyleyebiliriz.
Filminizin belli bir cümlesi var mı?
Hayır. Özellikle bir cümle üzerine inşa olduğunu sanmıyorum.
Ellen Burstyn gibi bir oyuncuyu yönetmek nasıl bir tecrübeydi sizin için?
Gerçekten çok büyük bir zevkti. Ellen’dan çok şey öğrendim. Ben Ellen’a daha karakteri hakkında hiçbir şey anlatmamışken bile, ona anlatacağım her şeyi biliyor gibiydi. Her şey bir yana, Ellen çok zeki ve komik biri. O yüzden onun çevresinde olmak bile büyük bir zevk; arkadaşlığıyla hayatım zenginleşti.
Sizce The Elephant King’i özel-özgün yapan nedir?
Tayland’daki turistler, yerli halk ve oraya sonradan yerleşenler arasındaki ilişkinin doğasını gerçekten sorgulayan ilk film olduğunu düşünüyorum.
Bağımsız bir film yapıyor olmanın avantajları nelerdir?
Kesinlikle süre ve yaratıcılık alanı en önemli avantajları. Fakat avantajları kadar dezavantajları olduğu da kesin.
Bir yönetmen olarak üzerinizde kimlerin etkilerinin olduğunu düşünüyorsunuz?
Etkilendiğim isimler daha ziyade edebiyattan sanırım: Hemingway, Orwell, Woolf, Denis Johnson gibi. Fakat son birkaç yıldır, özellikle uluslararası sinemadan tanıdığım isimlerin de üzerimde büyük etkileri oldu. Alfonso Cuaron, Lynne Ramsay, Park Chan-Wook, Takeshi Miike ve gayet yakından tanıdığınız Fatih Akın – özellikle Duvara Karşı!
Fellini ve Kustarica’yı her zaman çok sevmişimdir. Ayrıca Darren Aronofsky ile Paul Thomas Anderson’un da ayrı bir yerleri vardır.
Artık klişeye dönmüş olan bir eleştiri, Hollywood’un sürekli kendi içerisinde dönüp durduğu yönündedir. Siz Hollywood’un problemlerini nasıl görüyorsunuz?
Hollywood’da paranın nereye yatırılacağına karar veren insanlar yaratıcı değiller ve aslında doğal olarak risk almak istemiyorlar. Genellikle de yaratıcı insanların elinde karar verecek güç olamıyor. Bu probleme rağmen Coen Biraderler olsun, Paul Thomas Anderson olsun… bazı iyi işler çıktığı oluyor. Fakat asıl problem film yapmanın ve dağıtmanın aşırı maliyetli olduğu bir ortamda, yapımcılar daha önce denenmemiş işlere yanaşmıyorlar. Bu yüzden de her sene aynı bokları seyredip duruyoruz.
Butterfly Effect: Revelations filmini de yönettiğinizden onu da soralım. Bize biraz da o filmi anlatır mısınız?
Ashton Kutcher’in oynadığı orijinal Butterfly Effect’in farklı bir korku filmine dönüştürülmüş hali olduğunu söyleyebilirim. Bir serikatili durdurabilmek için zamanda yolculuk yapan bir adamın hikayesi bu. Elephant King gibi kişisel bir hikaye olmadığı çok açık zaten. Fakat bu filmi yaparken de büyük keyif aldığımı itiraf edeyim. Hem insanları korkutmayı sevmem, hem elimin altında büyük bir bütçe olması, hem de harika bir ekiple çalışmanın verdiği haz yadsınamayacak kadar güzeldi.
2000 yılında Türkiye’ye de geldiğinizi öğrendik. Bu maceranızı anlatır mısınız bize?
İlk olarak Istanbul’a gelmiş ve birkaç hafta sonra Kapadokya’ya geçmiştim. Orada geçirdiğim birkaç günün sonrasında, arkadaşımla Karadeniz’e geçtik. Trabzon yakınlarında tırmanış yaptıktan sonra aşağılara; Efes’e geçtik. Ve sonunda bir tekneyle, cennet parçası diyebileceğim Kelebekler Vadisi’ne geldik. Otel falan yok; sadece üzüm bağlarının hemen yanındaki merdivenlerin altındaki sedirlerde yattık. Türkiye’nin doğusundan bazı genç müzisyenler o sırada ordaydı ve bu sayede her gece müzik dinledik. Başlarının polisle her zaman dertte olduklarını söylemişlerdi fakat nedeni konusunda emin değilim. Neyse, denizde fosfor saçan planktonlar olduğundan, geceleri denize girdiğimizde vücudumuz sanki ateşböcekleriyle sarılmışçasına ışık saçıyordu.
Kelebekler Vadisi’nden sonra Eğirdir Gölü’ne geçtik. Orada Amy Jane Stockwell isminde bir ingilizle tanışmıştım. Onunla geçirdiğimiz birkaç günden sonra bir daha hiç görüşmedik. Türkiye’ye birlikte gelen arkadaşım da Amerika’ya dönünce ben Istanbul’a geçtim. Istanbul’da tüm paramın bitirmem sadece birkaç günümü aldı. Bir motel ve halıcı dükkanı olan Recep’in yanında çalışmaya başlamam da böyle oldu. Maalesef saf turistlere ucuz halıları çok ama çok büyük kârla satmasında yardımcı oluyordum ona; karşılığında ise yatacak yer, yemek, bol bol bira ve biraz da harçlık alıyordum.
Sonuç olarak, her şeyiyle güzel bir tatildi.
Türkiye’deyken nasıl ya da ne tür bir turisttiniz?
Birkaç türkçe tabir öğrendim. Yiyebildiğim kadar çok İskender Kebap yedim. Tabi ki hamama gittim. Hiçbir güzelliği kaçırmamaya çalıştım. Kartpostal ve küçük hediyelik eşyalar almıştım fakat uçağıma yetişeceğim derken hepsini orada unuttum. Sahi, muazzam rakınızı da unutmamalıyım.
Son olarak, yazar, yönetmen ve yapımcı olarak bundan sonrasıyla ilgili plan ve projeleriniz nelerdir?
Şu anda yeni bir senaryo üzerinde çalışıyorum. Yeni bir ilacın klinik deneyine yazılan depresif ve yalnız bir kadınının hikayesi. İlaçları kullanmasıyla birlikte, her gece bir başkasının rüyasına girmeye başlıyor; ismi Dream Sequence (Rüya Sekansı) olacak. Sonra, Chicago’da fakir çocuklara cinsellik eğitimi veren genç bir adamın hikayesinin anlatıldığı bir komedinin yazılmasında yardımcı oluyorum; ismi Sex Ed. Ayrıca, arkadaşım Edward Tyndall’ın çektiği ölüm sorunsalına çağdaş tepkilerin anlatıldığı bir belgeselin de yapımcılığını yürütüyorum.
E, Butterfly Effect: Revelations 9 ocakta, Amerika’da gösterime giriyor. Diğer taraftan The Elephant King 15 ocakta Tayland’da gösterime giriyor. 2009 epey bir yoğun geçecek.