The Father: Kurgunun Başrolde Olduğu Bir Şaheser

Fransız yazar ve yönetmen Florian Zeller’in geçtiğimiz sene çektiği The Father’ı yeni izleme fırsatım oldu. Ki zaten film pandemiden dolayı ülkemizde hiç vizyona girmedi, internet ortamından izlenebilen bir film. Zeller daha çok birkaç dizinin bölümlerini yazmasıyla tanınan bir kişi. The Father onun ilk uzun metrajlı filmi ve bunun yanında filmin yazarı da kendisi. Yönetmenliği çok iyi kotardığı aşikar ancak yazarlığı gerçekten inanılmaz. Öncelikle filmin fikri gerçekten çok özgün, çok gerçek ve orijinal. Çok yoğun bir Alzheimer geçirmekte olan 80’lerindeki Anthony ile 40’larının sonlarında olan kızı Anne’nin aynı evdeki ilişkilerini izlediğimiz filmde yönetmen, gayet radikal bir kararla seyirciye hikayeyi bildik anlatmaktan kaçınıyor ve sapına kadar post modern bir şekilde hikayeyi sunuyor seyirciye ve bun da çok da başarılı oluyor.

Efsanevi aktör Anthony Hopkins’in performansı şapka çıkartılacak türden, 2010’ların en çok kazanan ve göz önünde olan oyuncularından Olivia Colman’la birlikte adeta karşılıklı döktürüyorlar. Burada elbette Zeller’in oyuncu yönetimindeki müthiş başarısının da altını çizmemiz gerekiyor. İlk uzun metrajlı filminde böyle yıldız isimleri ikna edebilmesinin yanında bu kadar güçlü bir ilk film çekmek gerçekten herkesin harcı değil. Bu konuda aklıma elbette Andrey Zvyagintsev’in Vozyrashcheniye (The Return)ü ve Tom Ford’un A Single Man’i geliyor.

Filme gelecek olursak şimdi size başlıkta neden kurgu kelimesini kullandığımı açıklayacağım. Ki zaten yazının bu paragrafı da tüm filmi özetlemiş olacak. Burada şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Daha önceki yazılarımın tamamında “yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir” şeklinde bir ibare kullanırım. Ancak bu yazıda bunu kullanmayacağım ki bu yazı da bir film analizi ancak film spoiler içeren bir film değil. Filmin başından sonuna kadar olan gün, hafta, ay, yıl sürecine dair hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece tek mekanda geçtiğini biliyoruz veya iki mekan. Ev içi ve huzurevi. Anthony uyanıyor, saatini kaybettiğini söylüyor, eve gelen son yardımcı kadının da saati çalmakla suçlanıp istifa ettiğini öğreniyoruz. Ardından Anne’nin Paris’e yerleşmeyi düşünmesi, sevgilisi, kocası, yeni yardımcı kadın Laura gibi yan karakterler filme girip çıkıyorlar.

Zeller sayesinde filmin kesinlikle başardığı en büyük şey bu, ki filmin amacı da zaten bu. Filmin başından sonuna kadar sürekli aynı insanlar farklı karakterlere dönüşüyor, flashback sekansları çok kullanılıyor, hep bir uzun koridor ve açılıp kapanan kapı imgeleri var. Tüm bunlar seyirciye bir türlü kesin olmayan bir hikaye sunuyor. Aynı Alzheimer hastalığından müzdarip olan baş karakterimiz Anthony gibi. Hiçbir şey kesin değil, hiçbir şey doğru veya gerçek de değil, evdeler mi, evdeler ise ne kadar süredir evdeler? Huzurevi’ne ne zaman yerleşiliyor ve orada ne kadar kalınıyor. Film bu muğlaklığı ve Anthony’nin beyninde alzheimer’ın oluşturmuş olduğu müthiş kafa karışıklığını filmin kurgu diline yerleştiriyor ve film huzurevinde sonlanıyor. Ancak ondan da yüzde yüz emin değiliz, çünkü Anthony Alzheimer, çünkü seyirci de filmi izlerken Alzheimer hastalarıyla aynı kafaya ulaşıyor ve hiçbir şeyi beyinlerinde oturtamıyorlar. Bize ise sadece bu sade senaryoyu böylesine mükemmel bir fikirle geliştirip çeken Florian Zeller’i ve Hopkins & Colman ikilisini tebrik etmek düşüyor. İyi seyirler.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın