Günümüzün en yetenekli yönetmenlerinden David Fincher’ın polisiye türünün uzmanı olduğu su götürmez. O da bu türü çok seviyor olacak ki farklı türlerde filmler çekse de bir süre sonra polisiye türüne dönüp türün hayranlarını sevindiriyor. “Se7en” ile ilk kez deneyip, hedefi on ikiden vurup türe yeni bir soluk aldırtmasının ardından 2007’ye kadar bu türe dönmedi usta yönetmen. 2007’de gösterime giren “Zodiac”, amerikalı izleyicilerce pek beğenilmemişti. Çünkü “Zodiac” upuzun bir filmdi. “Se7en” gibi gerilimli sekanslarla dolmamıştı. Üstelik yavaş tempoluydu. Daha çok yıllara yayılan bir soruşturmanın dedektifler üzerindeki yıpratıcı etkisine odaklanıyordu. Ayrıca klasik Hollywood sonuyla da bitmiyordu. Sonuçta yorucu bir film olsa da her açıdan kalite kokuyordu. Fincher araya iki film daha sıkıştırdıktan sonra 201o’da tekrar bu türe döneceğini açıklamıştı.
Bu kez ki projesi, Stieg Larsson’ın meşhur Millennium üçlemesinin ilk kitabı olan “The Girl with the Dragon Tatoo” olacaktı. Tabii kitap daha önce “Man som hatar kvinnor” adıyla Niels Arden Oplev tarafından başarılı bir şekilde uyarlanmıştı. O yüzden Fincher’ın uyarlamasının heyecanla beklendiğini söyleyemem. Neticede uzun bir casting sürecinin ardından Rooney Mara, Daniel Craig, Robin Wright, Stellan Skarsgard, Christopher Plummer’ın başlıca rollerini üstlendiği filmin çekimlerine başlandı.
Filmi 2012’nin başlarında izledik. Polisiye türüne iki önemli film sığdıran Fincher, bu kez hem vasat bir performansa imza atıyordu, hem de bazı açılardan ilk uyarlamanın gerisinde kalıveriyordu. Peki Fincher bütünüyle başarısız mıydı? Tabii ki hayır. “Se7en”ın yağmurlu atmosferi bu kez yerini karlı, sopsoğuk bir atmosfere bırakıyordu. Fincher da görüntü yönetmeni Jeff Cronenweth’in yeteneklerini sonuna kadar kullanıp o soğuğu perdenin ötesine geçirmeyi başarmıştı. Sinematografi son derece başarılı. Nitekim aynı başarıyı müziklerde de görüyoruz.
Fincher-Trent Reznor-Atticus Ross’un ortaklığından senenin en dinlenebilir soundtrack’i ortaya çıkmıştı. Craig’in teklifini kabul eden Fincher filmin önemli sahnelerinden olan işkence sahnesinde sahneye hiç de uygun olmayan ama sırf bu yüzden sahneyi etkileyici kılan “Orinoco Flow” şarkısını çalar. Şarkı seçimi de şahanedir kısacası. Keza Fincher, oyuncularından da iyi performanslar alabilmiş. Her ne kadar role Noomi Rapace kadar yakışmasa ve onun kadar mükemmel olamasa da Rooney Mara; asosyal, biseksüel, pek konuşmayan, iş bitirici, yetenekli hacker, cesur ve kararlı Lisbeth Salander rolünde iyi bir performansa imza atmıştı. Daniel Craig ise idare ediyordu. Mekân kullanımı, müzikler, şarkılar (filmi başlatan “The Immigrant Song” cover’ı da şahanedir), ön jenerik, atmosfer ve bazı sekanslar, ilk uyarlamadan daha iyi. Bunu da belirtmek gerek.
Filmin sorunları her zamanki gibi senaryodaydı ama Fincher’ın kurgusu da sorunluydu. Senaryonun en çok tepki çeken tarafı Lisbeth’in tuhaf davranmasıydı. Açıklayayım. Lisbeth mükemmel yazılmış bir karakter (filmde değil, kitapta). Dinler ama kimseyle çok gerekmedikçe konuşmaz, kimseden izin almaz, başına buyruk davranır, yukarıda belirttiğim gibi iş bitiricidir, sağlam bir hacker’dır, kendisine güzel demek zordur, mafya çökertecek kadar cesurdur, asidir, memleketi gibi soğuktur ve kararlıdır. Kitapta da, ilk uyarlamada da Lisbeth bu şekilde yansıtılır bizlere. Ama Fincher karakteri birazcık(!) değiştirir. Özellikle finalde Lisbeth, Mikael’den Martin’i öldürmek için izin ister. Kitaptaki Lisbeth’e hiç de uygun bir davranış değil. Lisbeth izin almaz. Nitekim kitapta ve filmde soğuk ve bazen seksten ibaret bir ilişki olarak yansıtılan Lisbeth-Mikael ilişkisine burada romantizm de, kıskançlık da dahil edilir. Fincher’ın filmindeki Lisbeth, kitaptaki Lisbeth’ten farklı davranır. Doğrusu bu değişiklikleri ben doğru bulmadım. Klasik Hollywood numaraları. İzleyici karaktere sempati beslesin diye yapabilecekleri her şeyi yapmışlar. Senarist Steve Zaillian’ın en kötü kararıysa Lisbeth’in seksiliğini/tatlılığını önplana çıkarması. Yapılan makyaj da Mara’yı çirkenleştirmemiş. Halbuki kitapta Lisbeth bu şekilde yansıtılmaz. Lisbeth’i oya gibi işleyen Larrson’ın bu başarısını senaristte bulmak mümkün olmuyor ne yazık ki. Kitaba göre yüzeysel kalmış karakterler, hele ki Vanger’in ailesi.
Öte yandan Fincher ile senaristi kitabın finali yerine başka bir final tercih etmişler. Kitabın finalinin mükemmel olduğunu, anlatılan öyküye tam uyduğunu söyleyebilirim. Filmin finaline gelirsek… Bize sene boyunca (şimdilerde “Gone Girl”ü tanıtırken dedikleri gibi) “Bu final daha da çarpıcı!” şeklinde PR’ını yapmışlardı bu finalin. Çarpıcı falan değil halbuki. Fincher’ın finalde yaptığı tek şey, Harriet’in Avustralya’daki öyküsünü Londra’ya taşımak olmuş. Halbuki finali değiştirdik, dediklerinde daha farklı bir final beklendi. Senaryonun ve tabii ki kurgunun epey dağınık olduğunu söyleyebiliriz. Kurgu Oscar’ını zerre hak etmediğini düşünüyorum. Odağı kaymış, ne Lisbeth’i, ne Mikael’i, ne de çürümüş zengin aileyi anlatabilmiş, bunlarda derine inebilmiş. Öte yandan dil sorunu da var filmin. İngiliz İngilizcesi konuşan da var (Craig’in ta kendisi), İsveç aksanlı İngilizce konuşan da var (ki mekân İsveç olduğundan normal diyebiliriz buna). Ama ülke İsveç! Altyazı okuyamayan Amerikalılar için çekilmiş bir film, ama gene de göze (kulağa) batıyor bu durum. Şunu da eklemeden geçmeyeyim: Film o kadar dağınık ve yüzeysel ki üçlemenin yazılış amacı olan “kadınlara şiddet uygulayan erkek(ler)” temasına doğru dürüst değinilmiyor. Bu tema, filmdeki tecavüz sekansına rağmen havada kalıyor.
Özetle: İlk uyarlamanın gerisinde kalan (ilk uyarlamanın da her şeyi doğru yaptığını söylemek zor ama en azından kitaba sadık kalıp temayı daha iyi işliyor), kitabın çarpıcılığına erişemeyen, odağı kaymış bir film. Gönül rahatlığıyla Fincher’ın vasat işlerinden olduğunu söyleyebilirim. Halbuki eldeki materyal de Fincher’ın sinemasına çok uygundu. Senarist kitabı iyi uyarlayamayınca böyle de kötü bir iş çıkıyor.