Kendine has bir hayran kitlesine sahip Wes Anderson’ın daha şimdiden IMDb top 250 listesine girmiş bol yıldızlı son filmi The Grand Budapest Hotel, 11 Nisan’da ülkemizde vizyona girdi. Belirteyim, ben o hayran kitlesi içinde yer almayanlardanım. Üstelik bir Wes Anderson filminden çok keyif alınarak izlendiğini her duyduğumda bir ürperti duyuyorum desem yeridir. Ürpertim, benim her Wes Anderson filminde fena halde sıkılırken, beğenisi gelişmiş bir izleyici kesiminin ciddi ciddi keyif alıyor olmasının bende yarattığı şüpheden kaynaklanıyor. Bu konuya adam akıllı bir son vermek için kafamdaki yargılardan da kafamdan geldiğince uzaklaşarak filmi izledim.
Stefan Zweing’in eserlerinden esinlenilerek oluşturulan filmde yönetmen yine tipik masalsı dünyasını yaratmış. Masalının merkezine de Ralph Fiennes’ın gerçekten de muhteşem bir şekilde hayat verdiği otelin konsiyerji Gustave (otel müdüründen sonra otelin her şeyi olan çalışan) ve onun kişisel asistanı belboy Mustafa’yı (konsiyerj Gustave ona “sıfır” lakabını koymuştur) koyuyor. 2.Dünya savaşı arifesinde Zubrowka denilen hayali bir Avrupa şehrinde geçen hikayede otelin her şeyi olan Gustave’ın ilginç bir özelliği vardır: Yaşlı kadın müşterilerin şefkatten sekse kadar birçok ihtiyacını otelde kaldıkları sürece en iyi şekilde karşılar. Bir gün bu yaşlılardan biri (otelin bilinmeyen sahibidir) otelden ayrıldıktan kısa süre sonra ölür / öldürülür. Gustave, cenazesinde bulunmak için Sıfır’ı da yanına alarak yola çıkar. Zengin yaşlı kadının vasiyeti açıklanır ve Gustave’a paha biçilemez Elmalı Oğlan tablosunu bıraktığını öğreniriz. Tablonun kendisine yar edilmeyeceğini bilen Gustave, Sıfır’ın da gazıyla tabloyu çalar. Yaşlı kadının entrikacı oğlu onun peşine psikopat adamını salar.
Olayları okuyucuya / izleyiciye aktaran genç yazara artık yaşlı bir adam olan Sıfır, Konsiyerj Gustave’ın masalsı hayatından sonra dünyanın değişmediğini, dünyanın ondan önce değişmeye başladığını; Gustave’ın ise çevresindekilere değişimi hissettirmemek için çabalamış olduğunu söyler. Otel de dahil bütün filmin üstüne inşa edildiği bu mesaj bana başlı başına problemli gibi geldi. Gustave savaştan dolayı ülkesini terk ettiğini söyleyen Müslüman Sıfır’a sahip çıkar, otelin yaşlı kadın müşterilerine gençliklerini yeniden yaşatır, otelin efsaneleşmiş geleneğini yaşatmak için olağanüstü çaba harcar. Tüm bunlar Sıfır’ın genç yazara söyledikleriyle uyuşuyor gibidir. Ancak, Gustave kendini ebediyen rahata kavuşturacak bir planın peşinde midir yoksa kadınlara bir ideali mi yaşatmaktadır; Sıfır’ı her türlü işinde kullanmak için mi yanında tutmakta ve kollamaktadır yoksa gerçekten de ayrışmacı topluma karşı bir tavır mı takınmaktadır; oteli kişisel çıkarları için mi kullanmaktadır yoksa gerçekten de otelle gönül bağı mı kurmuştur?
Aslında her sorunun her iki cevabı da geçerlidir. Peki bu durumda Sıfır’ın ustasına olan hayranlığı neyin hayranlığıdır? Hadi diyelim ki hikayenin izleyiciye ulaşana kadar birden fazla anlatıcıdan geçmiş olması en sonunda Gustave’a bile ironik bir bakışı gerektirmiştir. Peki o zaman bu neyin ironisidir; anlayan varsa beri gelsin. Ayrıca daha mühimi, –mış gibi yapılmış dünya Gustave’ın hassasiyetinden ziyade, düpedüz prodüksiyon ekibinin yarattığı bir dünyadır.
Ayrıca yakın dönem insanlık tarihine dair doğrudan göndermelerle, okunması kolay alt metinlerle mesaj kaygısına düşmeden gerçekten de –mış gibi yapılabilseydi kanımca daha olgun bir seyirlikle karşı karşıya kalırdık.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.