The House That Jack Built: Sempatik ve Trajikomik Cinayetler

Herkes bir seri katil olabilir fakat herkes bir Jack olamaz… Büyük beğeni toplayan filmlere imza atmış olan ünlü Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier bu kez bir seri katil öyküsüyle karşımıza çıkıyor. Fakat bu seri katil öyküsünün diğerlerinden farkı ise Trier’e özgü bir şekilde anlatılıyor olması. Sallantılı kamerası, estetik kareleri ve sert sahneleri ile The House That Jack Built kendini ilgiyle izletmeyi başarıyor. Ayrıca sallantılı kamera seyirciye biraz olsun bir filmden çok gerçek bir olayı izliyor hissi veriyor. Adeta seyirciyi bir şahit veya bir röntgenci yerine koyuyor Trier.

Filmin baş karakteri seri katil Jack işlediği cinayetlerden biriyle bizleri aniden hayatına sokuyor. Filmin başından sonuna kadar konuştuğu ve işlediği bazı cinayetleri anlattığı gizemli Verge karakteri ise seyirciyi sonuna kadar merakta bırakıyor. Jack aslında mimar olmak isteyen bir mühendis ve hayalindeki evi inşa ederken kullanması gereken temel malzeme ise insanlar… Film boyunca hem kendince ilgi çekici cinayetlerini anlatıyor hem de geçmişine dair ufak sahneler gösteriyor. Jack normalde takıntılı biriyken işlediği cinayetlerle birlikte takıntılarından kurtulmaya başlıyor ve bu da işlediği cinayetlere iyi gözle bakmasına yol açıyor. Jack karakterini canlandıran Matt Dillon ise harika bir performans sergiliyor. Bir yandan sempatik bir seri katil imajı yaratırken diğer yandan da soğukkanlılığı ile ürkütüyor.

Fakat Trier bu filmiyle ortaya tam anlamıyla bir korku filmi çıkarmıyor. Evet sert ve kanlı sahnelere sahip fakat Jack cinayetleri trajikomik bir şekilde işliyor ve bu da seyircinin dehşet verici sahnelere tebessüm etmesine ve hatta gülmesine yol açıyor. Ayrıca sevgi ve aile kavramlarının da bir seri katilin gözünden nasıl gözüktüğü de ilginç bir şekilde gösteriliyor. Yaptıkları yüzünden nefret edilemeyen bir karakter yaratılıyor. Sempatik ve hoş katil teması filmin geneline hâkim olmakla birlikte film son dakikalarıyla tamamen şekil değiştiriyor ve bizi bildiğimiz gerçek dünyadan koparıyor. Böylece gizemli ses Verge’ün de aslında kim olduğunu anlıyoruz. Sonuyla ve credits’deki şarkısıyla da yüzlerde bir tebessüm bırakıyor.

Trier her filminde olduğu gibi bunda da estetik açılar ve kareler yakalamaya özen gösteriyor. Aynı zamanda filmin geneline bir dengesizlik hâkim fakat bu dengesizlik filmin taşıyabileceği bir şekilde sunuluyor. Gereksiz uzayan diyaloglar sakin havaya neden olurken diğer yandan seyirciyi yaklaşmakta olan dehşete, cinayete hazırlıyor ve bir yandan da geriyor. Müzik kullanımı da filmdeki bu dengesizliği güzel bir şekilde destekler nitelikte… Her Trier filminde olduğu gibi müziğin nerede olacağı ve nerede olmayacağı belli oluyor.
The House That Jack Built, acımasız olduğu kadar sempatik olan bir katilin öyküsünü Trier’e özgü bir dille, trajikomik bir şekilde anlatan orijinal bir katil filmi olarak karşımıza çıkıyor. İki buçuk saatlik süresine rağmen keyifle kendini izlettiriyor.

Yorum Gönderin