Bakınız için yazan: Tolga Karakayalı
Roland Joffee’nin bu filmi, onun en bilinen filmi olmasının ötesinde Cannes Film Festivali’nde en iyi film ödülü kazanmış bir avuç ingiliz filminden biridir. Jeremy Irons ve Robert De Niro’nun kendilerini silerek karakterlerin içinde kayboldukları filmde Aidan Queen ve Liam Neeson da küçük rollerle karşımıza çıkıyorlar. Latin Amerika’da, Avrupa’nın kirlenmişliği (dinî otorite kirli, siyaset kirli, ticaret kirli…) üzerine enfes bir siyâsî/felsefi/tarihî film var elimizde. Amazon Deltası’nda cizvitlik yapan bir tarikat, bölge halklarına misyonerlik ile Hristiyanlık’ı benimsetmekte ve onları kiliseye katarak kölelikten kurtarmaktadır. İspanyol yasalarına göre hristiyanlar köleleştirilemezler ve de Hirstiyanlık’ı kabul eden yerliler, kölelikten kurtulur. Kendisi de köle tüccarı olan Mendoza (De Niro) sevdiği kadınla yatan erkek kardeşini öldürdükten sonra suçluluk duygusundan kurtulamadığı için daha basit ve de acı dolu bir yaşamı, ispanyol cizvitleri, kendisine ceza olarak seçer. Katıldığı cizvit tarikatı ise Peder Gabriel’in (Irons) önderlik ettiği ve de kabileleri misyonerlik faaliyeti ile köle tüccarlarının elinden kurtarmaya çalışan bir tarikattır. Mendoza, kendini affetmeye başlayıp da cizvitlerle ve yerlilerle birlikte iyi olanı öğrenir. Ne var ki İspanya ve Portekiz arasındaki sınır anlaşmaları gereğince cizvitlerin hristiyanlaştırdıkları kabilenin içinde bulunduğu köy, Portekiz sınırına kayınca hristiyanlaşmış da olsalar aşağı ırka mensup olduklarından köleleştirilmeleri olağan ve de mümkündür.
Vatikan’dan gerekli desteği bulamayan cizvitler ve yerliler için yapılabilecek şeyler konusunda en sonunda Mendoza ve Peder Gabriel, ters düşerler; Mendoza, savaşmayı ve karşı koymayı önerirken, Peder Gabriel, pasifizmi savunur. Filmin ilk katmanındaki hikaye bu şekilde özetlenebilir. Katolik kilisesinin çürümüşlüğü ve sömürgeci Avrupa devletleriyle elele giriştiği kanlı oyunlarla Latin Amerika’da şekillenen kanlı tarih… Ancak ikinci katmanda iki siyasi görüşün çatıştığını görebiliriz: realizmin temsilcisi Mendoza ile idealizmin temsilcisi Peder Gabriel… Filmin daha başında dışses, beyaz adamın Latin Amerika’ya getirdiklerinin merhamet (J.Irons’ın göründüğü sahne) ve gaddarlık (De Niro’nun göründüğü sahne) olduğunu söylediğinde aslında bu ayrım yapılmış oluyor. İnsanoğlunun getirebileceği gaddarlığı çok iyi bilen Mendoza, tanrının kurtarıcılığına sığınmayı, kilisenin doğruyu göreceğini, doğru ve hakkaniyeti reddeder ve savaşmayı, özgürlük için karşı koymayı ister; Peder Gabriel ise inanmak zorundadır; daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna, doğrunun her zaman ortaya çıkacağına… bu nedenle son anda kendisini kutsamasını isteyen Mendoza’yı kutsayamaz. Filmin en güzel sahnelerinden biri de bu sahnedir zaten.
Yönetmen Roland Joffee daha evvel “Killing Fields” ile Kamboçya’daki Kızıl Kimerler’in giriştiği katliamları anlatmıştı, bu filmden sonra dişe dokunur bir şey çıkaramadı. Ancak her iki filmle kamerasını zengin coğrafyaların dışına kaydırdığında, üstelik de zengin coğrafyaların farklı coğrafyaları kana bulamasını anlattığında büyük yönetmenlik oyunlarına girmeden, kamerasıyla oynaşmadan rahat ve düz bir anlatımla tarihî filmleri gene de etkili bir şekilde çekmeyi başarabiliyor. Filmin özellikle müzikleri tam bir başarı. Şelaleler ve vahşi doğa arasında nehir gibi akan bir müzik, filmde tam da doğru yerlerde giriş yapıyor. Oyunculukları tartışmaya bile gerek yok zaten.
Cannes’da yirmi sene önce Altın Palmiye kazanan ama şimdi unutulan bu filmi hatırlamak, hiç şüphe yok ki elzemdir. Sahneler ve diyaloglarla bu çift katmanlı anlatının içine girmek, De Niro’nun uysallaşmaya çalışırken yeniden öfkelenmesini, Jeremy Irons’ın naifliğini izlemek, tarihin ufak sayfalarına göz atmak için de izlemek lazım bu filmi.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.