The Outsider: Netflix’in Kötü Filmler Serisi Sürüyor


Her daim çetelere, gangsterlere, mafyaya ilgi duyup bunları sürekli perdeye taşıyan Hollywood arada bir gözünü ta Japonya’daki mafyaya, herkesin bildiği adıyla Yakuza’ya dikiyor. Hollywood’un Yakuza’yla ilgili en bilinen filmi Sydney Pollack’ın yönettiği, Robert Mitchum’ın başrolde yer aldığı, kanımca ortalamayı aşamayan The Yakuza (1974) filmi. En bilinen film bu olsa da bu filmden sonra da Yakuza’lı filmler yapıldı; The Wolverine (2013), Ninja Assassin (2009), Ridley Scott’ın Black Rain (1989) filminde de Yakuza’ya değinildi. Velhasıl Hollywood ara ara yüzünü Japonya’ya dönüp buranın mafyasını filmlere taşıyor. Bunun son örneği Netflix yapımı The Outsider oldu. Yabancı dilde en iyi film dalında Oscar’a aday olan savaş draması Under sandet‘le dikkatleri çeken yönetmen Martin Zandvliet yönetti bu filmi. Jared Leto‘nun başrolünü ve yapımcılığını üstlendiği The Outsider 2. Dünya Savaşı sonrası Japonya’da geçiyor, merkeze Amerikalı Nick’i (Leto) koyuyor.

The Outsider, Netflix’in bir diğer kötü filmi. Geçtiğimiz haftalarda vasata bile erişmekte güçlük çeken bilimkurgu filmi Mute‘u yayınlayan Netflix kötü filmler serisine devam ediyor kısacası. Henüz yeni bir senarist olan Andrew Baldwin senaristliği üstlenmiş, ki senaristin neredeyse hiç yaratıcı olamadığı filmin daha başında belli oluyor. Baldwin ele aldığı Yakuza temasını neredeyse The Yakuza‘yla aynı şekilde işlemiş, türün tüm klişelerini arka arkaya kullanmış. Ele aldığı konuya farklı açılımlar getirmeye, öyküsünü inandırıcı kılmaya veya karakterlerini derinleştirmeye zinhar çabalamamış gibi görünüyor. Öyküsüne, çatışmalarına ve karakterlerin ilişkilerine bir saniyeliğine dahi olsa inandırıcılık katamıyor senarist. Yetenekli yönetmen Zandvliet elinden geldiğince filmi ilgi çekici hale getirmeye çalışmış; gri, puslu renk paletiyle savaş sonrası atmosferi oluşturmakta zorluk çekmiyor ama işte, senaryo kötü olunca yönetmen ve görüntü yönetmeni ikilisi ne denli çabalasalar da filmi ilgi çekici hale getiremiyorlar.

İnandırıcılık demiştim. Nick’le mafyoz Kiyoshi’nin (Tadanobu Asano) arkadaşlığı inandırıcılıktan hiç nasibini alamamış. Güçlü bir mafyanın üyesi olan Kiyoshi’nin hiç tanımadığı Nick’e birden kız kardeşini (Shioli Kutsuna) emanet edecek kadar güvenmesinin altı doldurulamıyor. Nick kimdir, hapse neden girmiştir, verilen dandik bir görevi yerine getirince hemen güvenilecek birisi midir? Bu ve daha pek çok sorunun yanıtına başta biz de vakıf olamıyoruz, Kiyoshi de olamıyor. Ama bu mühim sorulara rağmen Kiyoshi’nin Nick’e güvenmesi ve onu yanında tutması ancak senaryonun çalakalem yazılmış olmasıyla açıklanabilir. Baldwin senaryosuna düşman iki mafyayı dahil ederek filmi ilgi çekici hale getirmeye çalışıyor ama iki mafyanın çatışması da inandırıcılıktan nasibini alamayıp temel klişelerden beslenince film bu açıdan da heyecanlandıramıyor.

Nick’in Yakuza’nın güvenini kazanma çabaları, mafyada Nick’i istemeyen bir kişinin olması, Nick’in dokunmasının yasaklı olduğu Miyu’yla (Kiyoshi’nin kardeşi) ilişkisi, mafyalar arası çatışmalar neredeyse sıfır sürprizle karşımıza çıkarılıyor. Neredeyse her şeyi sahneler öncesinden tahmin edebiliyorsunuz. Filmdeki bol kanlı, şiddetli sekansların da bir etkisi olmuyor. İki saat sürse de Nick’in Japonya öncesi yaşamına dair hiçbir bilginin verilmemesi, Yakuza’ya katılma nedenlerinin belli olmaması, kısacası herhangi bir eyleme dair motivasyonlarının açıklanmaması gibi gerçekten büyük sorunlar da mevcut senaryoda. Nick’i iki saatte derinleştiremediği gibi belki de her geçen dakikada daha da yüzeyselleştiriyor senarist. Ana karakterini tanıtamayan, türlü sorularla filmi bitiren senarist pek tabii Japonları da derinleştiremiyor. Japonya’yı yansıtış şekliyse turistik bakışından ötesi olamıyor. İşin kötü tarafı senarist de, yönetmen de Japonya’ya dair bu turistik bakışı kırmaya yeltenmiyorlar. Bu durum filmi inandırıcılıktan iyice uzaklaştırıyor haliyle. Bu arada Emile Hirsch‘in üç dakikalık cameosunun da türlü sorunlarla hemhal olduğunu, bu cameonun öyküye olumlu bir etkisinin olmadığını da belirteyim.

Nick’le ilgili suçlanacak tek kişi senarist değil. Leto da suçlu. Metod oyunculukla kafayı bozmuş aktör bu film için de metod oyunculuk yaptı mı bilemiyorum ama performansı alabildiğine kötü. Duygudan alabildiğine yoksun, epey monoton bir şekilde oynamış Nick’i. Yüzünde herhangi bir duyguyu arayın ki bulasınız. Halbuki Leto filme yapımcılık yapacak kadar güvenmiş ama karakterine girememiş, film boyunca “Benim burada ne işim var, daha çekimler bitmedi mi?” diye düşündürten yüz ifadesiyle oynamış. Tabii aktör bu denli kötü olunca rol arkadaşı Asano’nun rolüne kendisine vermiş olması daha fazla saygı uyandırıyor. Asano filmin en iyisi oluyor -bu senaryoyla ne kadar iyi olunabilirse artık-. The Outsider kötü bir film. Zandvliet ve görüntü yönetmeni Camilla Hjlelm filmi kurtarmak için çabalıyorlar ama filmin temeli olan senaryo pek çok sorundan muzdarip olunca, başrol de filme kendisini veremeyince bu yeni tren enkazını kurtarmak mümkün olmuyor -Hjlelm’in hakkını teslim edelim, filmin en iyisi olmuş-. The Outsider özendiği The Yakuza filmine hiçbir şekilde erişemiyor. Gene Japonya’da geçen, Tom Cruise’u samuray yapan The Last Samurai Amerikalı karakterin asimile oluşunu daha iyi anlatmıştı. Filmin görüntü yönetmenliği ve müzikleri dışındaki artısı da Japon aksanlı İngilizce çekilmemesi, tam tersine çoğu sahnenin Japonca çekilmiş olması. Bu arada filmin başrolünün daha önce Tom Hardy‘e, yönetmenliğin ise Takashi Miike‘ye teslim edildiğini hatırlayınca bu ikilinin projeyi nasıl bir filme dönüştüreceklerini merak etmemek zor. Miike’nin ellerinde proje daha iyi bir filme dönüşebilirdi.


Leave a Reply