The Raven: Poe’ya Ne Oldu?

E.A. Poe 1849 da, Baltimore’da bir bankta başkasının kıyafetleri içinde bilinçsiz olarak bulundu. Onu bulan Joseph Walker’un anlattığına göre Poe, bulunduğunda “Raynolds” ismini sayıklıyordu. Götürüldüğü Washington College Hastanesinde 4 gün dayanan Poe’nun hastane kayıtları ve teşhis raporu kaybolduğu için ölüm nedeni hala gizemini koruyor.

İşte bu kısa bilginin ışığında “Kuzgun” filmi, hikaye yazarı Edgar Allan Poe’nun yaşamının son dakikalarından esinlenerek yola çıkıyor ve gerçekle kurguyu bir güzel karıştırıyor. Senaryoda Hannah Shakespeare ve Ben Livingston’ın ortak imzası var. Totalitarizme karşı çıkan çizgi roman kahramanı, (Wachowski Kardeşler’in uyarlama) “V for Vendetta” adlı filmiyle tanınan James McTeigue, Kuzgun (The Raven) filminde, yazarın gizemli ölümüne kısa bir süre kala gelişen (muhtemel) olayları, Poe’vari bir şekilde izleyiciye sunuyor.

Film, 1849 da, kasvetli bir kentin sokaklarında duyulan korkunç bir kadın çığlığıyla açılıyor. Sesin geldiği binaya ulaşan polisler, kapı ve penceresi içeriden kilitli bir evde vahşice öldürülen anne-kızın cesedine ulaşıyorlar. Bu şehirde baş gösterecek seri cinayetler zincirinin ilki. Olayla ilgilenen detektif Fields, katilin esin kaynağının (cinayet işleme şekli itibariyle) Poe olduğunu anlıyor ve özellikle Poe’nun sevgilisi (kentin güçlü adamı Kaptan Hamilton’ın kızı) Emily’nin (Brendan Gleeson) kaçırılmasından sonra birbirlerinden pek hoşlanmayan bu ikili, katili yakalamak adına iş birliği yapmaya başlıyorlar.

“Kuzgun” Poe’nun bilinen hikayelerinden hareketle, cinayetleri gerçeğe dönüştüren katilin etrafında, dönemin editör-yazar, yazar-yazar, okur yazar ilişkilerine eğiliyor. Özellikle filmin girişinde, Poe’nun yazmaktan vazgeçmiş “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” nidalarıyla beleş içki peşinde koşup yaygara çıkaran döneminde olduğunu görüyoruz. Ve ne hikmetse onu tekrar gazetenin ilk sayfasına taşıyan kuvvetin “cinayetler” olması da ayrıca dikkat çekici.

Filmin eleştiri alan “vahşet içeriği” bazıları için fazla olabilir. Sanırım “grafik şiddet” bu etkiyi azaltmak için kullanılmış ama anlaşılan yeterli olmamış. Genel olarak tekinsiz ve donuk bir karanlıkta geçen film bence yeterince ürkütücü zaten. Hikayelerde esas korkutucu olan katilin düşünce sisteminin mantıksızlığı-anlaşılmazlığıdır. Kanaatimce, yönetmen bunu biraz desteklemek gereği duymuş.
Bazı sahneler arasındaki kopukluk ve katilin göründüğü (ama filme bir katma değeri olmadığı uçtuğu-kaçtığı, kimliğine dair ipuçları verildiği bölümler) filmin gerilimini azaltan unsurlar.

Poe’yu canlandıran John Cusack oldukça başarılı, fiziksel olarak yazara oldukça benzeyen Cusack, dönemin halet-i ruhiyesine fazlasıyla uymuş. (Neden bıyıklı değil top sakallı olduğu ise bir merak konusu)

Yazarın ölümünün öncesinde yaşantısını düzeltmeyi başardığını, alkolikler grubuna katıldığını belirtelim. Popülaritesinin epey arttığı dönemde, çocukluk aşkı Elmira Royster Shelton ile nişanlandıktan kısa bir süre sonra da bilincini kaybetmiş olarak bulunması da kaderin bir oyunu olsa gerek…

Bir Edgar Alan Poe okuru olarak, filmin, hikayelerdeki o “rahatsız edici atmosferi” yakaladığını söyleyebilirim. Tabii “Kitaplar filmlerinden daha iyi oluyor” klişesinin içinde kalarak…
Yazarın ölüm sebebi gizemini koruduğu sürece bu “Poe’ya ne oldu?” sorusu bambaşka hikayelere esin kaynağı olacaktır düşüncesindeyim.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın