The Shape of Water: del Toro’dan Sıradan Bir Drama

Fantastik türünün, yaratıkların, masalların hastası olan, kariyerini bu türden filmler üzerine kurmuş, sürekli fantastik hikâyeler anlatan Guillermo del Toro yeni filmi The Shape of Water‘la ödülleri toplamaya devam ediyor etmesine de gerçekten de yılın en iyisine mi imzasını attı? Sally Hawkins, Doug Jones, Michael Shannon, Michael Stuhlbard, Richard Jenkins ve Octavia Spencer’lı yeni fantastik draması ne yazık ki sadece yönetmenin değil, yılın da en sıradan draması olmuş. Gerilimin ve romantizmin tüm klişelerini barındıran, zaman zaman mantık sınırlarını zorlayan, pek sevdiğim Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet’den de bolca nasiplenen The Shape of Water -sizi bilemiyorum ama- beni hiç etkileyemedi. Yazının sonrası yer yer spoiler içerir…

Biliyoruz, del Toro masalları çok seviyor. Bu filminde de Beauty and the Beast‘ten-Güzel ve Çirkin’den yola çıkarak kurmuş filminin çatısını. Merkezde dilsiz bir kadının yer aldığı film masaldaki gibi çirkine, yani yaratığa âşık oluyor. Masalla film arasındaki diğer benzerlikse kötünün yüzde yüz kötü, iyilerinse her şeye rağmen iyi olmaları. Shannon’a paslanan yönetici Richard Strickland rolü filmin kötüsü. İçinde bir gıdım iyilik bulunmuyor, elini geçtiği her anda da kötülük yapıyor. İyiler cephesindeki karakterlerdeyse hiç kötülük yok. Zaten çoğunu da pek tanıyamıyoruz. Film iki saat sürse de yönetmen ne bilim adamı Dimitri’yi (Stuhlbarg), ne Giles’i (Jenkins), ne Richard’ı, ne de Zelda’yı (Spencer) tanıtmakla uğraşıyor. Karakterler tek boyutu aşamıyor bu yüzden. Üstüne bu karakterleri başka filmlerden hatırlamanız da mümkün. Zelda, Spencer’ın yıllardır oynadığı karakterlerin aynısı. Bilim adamı Dimitri vicdansızlığa karşı çıkan merhametli birisi. Richard eşcinsel bir ressam. Sally Hawkins’in oynadığı Elisa ise Jeunet’nin enfes karakteri Amelie’yi hatırlatıyor hemen. Richard’ı da es geçmeyelim. del Toro’nun en iyi filmi Pan’s Labyrinth‘in faşist komutanından farksız Richard.

Kısacası del Toro’nun yarattığı yardımcı karakterler hem tek boyutlu, hem de başka filmlerde sıkça işlenmiş karakterler. Bunun dışında öykü oldukça sıradan bir şekilde işleniyor. Sıradan ve sürprizsiz. Senaristin her hamlesi sahneler öncesinden tahmin edilebiliyor. Fakat sorun bununla da kalmıyor. En klişe gerilimli sahnelerde bile del Toro gerilimi yükseltemiyor, ki pek sevilmeyen filmi Crimson Peak‘te en azından bunu başarmıştı. Mesela Elisa’nın yaratığı (Jones) kaçırdığı sekanslar bütünüyle klişe, yetmeyip heyecandan da uzak. Soruşturma sahnelerinde de gerilim oluşmuyor, Dimitri’nin evinde yoldaşlarını ağırladığı sahne de gerilimli olamıyor. Peki gerilimli olamayan, hiç şaşırtamayan, gayet düz bir öykü anlatan del Toro romantizmin hakkını verebiliyor mu? Buna da cevabım hayır. Buradaki sorunsa her şeyin çok hızlı gerçekleşmesi. Elisa yaratığı görür görmez ona âşık oluyor, sonra onu kaçırma kararını hemen verip sadece bir dakikada kaçırmayı planlıyor. Her şey ışık hızında ilerlediği için hiçbir şey inandırıcı olamıyor. Romantizm inandırıcı olamadığı için etkileyici de olamıyor. Bu arada yaratıkla ilgili pek bilginin verilmemesini de sorunlara eklemem gerek. Nasıl ortaya çıkmış, yaraları nasıl iyileştirebiliyor, Ruslarla Amerikalılar onu neden yok etmek istiyorlar? Bu soruları da yanıtlamakla uğraşmıyor del Toro. Ama -Oscar için- en vasatından müzikal bir sahneye zaman ayırabiliyor.

del Toro sadece masalın değil, 2006’daki filmi Pan’s Labyrinth‘in de izinden gidiyor. Orada küçük bir kızın savaş dönemine ve şeytani üvey babasına dayanamayıp kendisine fantastik bir dünya yaratmasını, en nihayetinde üvey babasıyla mücadele etmesini anlatıyordu. Burada da savaşı arka fona koyup gene iyilerle kötülerin mücadelesini anlatıyor. İki filmde de iyileri mücadeleye fantastik karakterler (ikisi de aktör Jones’a emanet edildi) itiyordu. Pan’s Labyrinth‘le diğer benzerlikse kötü karakterler. O denli acımasızlar ki gerekirse kendi parmaklarını koparabilirler (Richard) ya da yırtılmış yanaklarını hemen dikebilirler (Vidal). Richard’ın parmaklarını kopardığı sahne bana Vidal’ın ağzını diktiği sahneyi hatırlattı. Vidal’ın daha iyi yazıldığını, Richard’ı umursamanın zor olduğunu belirtmeliyim. Velhasıl orijinal bir film değil The Shape of Water. Pek çok filmden yola çıkılarak oluşturulmuş ama mesela Pan’s Labyrinth‘in etkileyiciliğine ulaşılamamış ya da Amelie‘den ve Jeunet’nin diğer filmlerinden esinlenilse de onlar da kadar da çarpıcı olamıyor bu film. Mantık hataları demiştim. Elisa’nın banyoyu suyla doldurması, kapının bunca baskıya dayanabilmesi ve “havlu” nedeniyle yerinden çıkmaması gibi birkaç mantık hatası mevcut. Öte yandan del Toro’nun sinema güzellemesi de pek çiğ. Yaratığın evden çıkıp alttaki sinemaya gittiği sahne de etkileyicilikten uzak.

Tabii senaryo vasat ama film teknik açıdan güçlü. Dönemimizin en kaliteli müzisyenlerinden Alexander Desplat bir kez daha döktürüyor. Görüntü yönetmeni Dan Laustsen de çarpıcı sahnelere imzasını atmış. Kullanılan renk paleti de şahane, set tasarımı ve sanat yönetmenliği de. Oyunculuklardaysa pek tabii Hawkins öne çıkıyor dilsiz rolüyle. Jenkins de fena değil. Shannon’a iyi bir rol paslanmış olsa hakkını vereceğini biliyoruz ama rolü fazlasıyla standart olduğu için parlayamıyor. Özetle The Shape of Water teknik açıdan güçlü, ama senaryosu sürprizsiz, klişelerle dolu, etkileyicilikten ve inandırıcılıktan yoksun.

Yorum Gönderin