Adını Talking Heads’in This Must Be The Place şarkısından alan, yönetmen Paolo Sorrentino’un ilk ingilizce uzun metrajlı filmi olan “Olmak istediğim yer” bir yolculuk filmi. 80’li yıllara damgasını vuran eski bir rock yıldızının kendi içine yaptığı yolculuğun yanında, ait olduğu yer (filmin ilk yarısı) ile olmak istediği yeri (filmin ikinci yarısı) anlatırken, dış dünyaya yaptığı bu yolculuk çok-gecikmiş olgunlaşma dönemini anlatmanın peşinde.
The Cure’un solisti Robert Smith ile Johnny Depp’in canlandırdığı Edward Scissorhands karakteri karışımı bir görüntüye sahip Cheyenne… 80’lerdeki görüntüsünden vazgeçmeyen ve hala görüntüsü gibi zamanın da kendisi için durdurulmuş olduğuna inanmış gibi duran, içine kapalı, depresif, çocuksu duygulara sahip biri… Dublin’deki malikanesinde itfaiyeci karısı ile yaşayan ve günlerini karısından başka tek konuştuğu, anlaştığı Mary ile alışveriş merkezlerinde geçiren Cheyenne’in dünyası babasının ölüm haberinin gelmesiyle altüst olur. Kahramanımızı, 30 yıldır görmediği babasının cenazesine gitmesiyle bir yolculuk filminde görmeyi beklerken, musevi olan babasına geçmişte işkence yapmış olan eski bir Nazi subayını öldürmek istemesiyle farklı bir filmin içinde buluyoruz… Aslında ilk yarıya kadar iyi giden filmimiz ikinci yarıda tökezlemeye başlıyor. Ve yine hikayenin yan karakterlerle süsleneceğini düşünürken, neden Cheyenne’e yardım etmek istediklerini bilmediğimiz, kim oldukları çok anlaşılmayan, derinliksiz karakterler çıkıyor karşımıza. Babasının intikamını almak için yollara düşen Cheyenne’in bu arayışında her yol filminde olduğu gibi edineceği deneyimler, tanıyacağı yeni hayatlar, çok gecikmiş olgunlaşma dönemini bize sunmaya yeltenirken zayıf kalıyor. İlk yarıda Cheyenne’in dünyasına adapte olmaya başlamışken, psikolojik sıkıntılarının, bulunduğu zamana adapte olamamasının nedenlerini bilmiyorken, anlayamıyorken, bunun film boyunca devam etmesi, filmin sonunun da soru işaretleri ile bitmesi, senaryo açısından zayıf fakat Sean Penn’in yarattığı karakter ile kuvvetli bir film bırakıyor geride.
Filmin bir kaç sahnesinde Cheyenne’in yaşlı bir kadın ile konuşma sekanslarına şahit oluyoruz. (anladığım kadar ile bu üzgün kadının çocuğu Cheyenne’in grubunun yaptığı bir şarkı yüzünden intihar etmiş) Bu konuşmalar ve suçluluk duygusu, babasının intikamını aldıktan sonra neden ve nasıl filmin sonunda Cheyenne’in değişimi ile sonuçlanabiliyor anlamış değilim. Sanırım filmin en büyük eksikliği de bu detayların anlaşılır yansıtılamadığı.
Klip estetiğinde çekilmiş slow motion çekimlerle birlikte, karakteri takip eden kamera çekimleri bir de güzel müziklerle desteklenince filmden keyif aldım tüm eksiklerine rağmen… Cheyenne’in görüntüsünün iticiliği (itici diyorum çünkü izleyen bir çok kişi itici bulmuş yaratılan karakteri.Nedense bana çok sempatik geldi), slow motion çekimlerle yerini sanki cidden bir rock star’a bırakıyor. Müziklerini Talking Heads’ten tanıdığımız David Byrne yapmış. Filmin her anına vurucu tonlar hakim müzikalite açısından.
Senaryonun tüm eksikliklerine rağmen Sean Penn’in müthiş oyunculuğu, şahane müzikleri ve mükemmel görüntü yönetmenliği için bile bu film seyredilir. Keşke filmin sonunda Cheyenne’in çıktığı bu yolculuk, yaşadığı bu içsel değişim, saç kesimi ve tipindeki değişimle son bulmayıp, derinliği olan bir hikayenin ortaya çıkardığı yine derinliği olan bir karakterin görünen kısmının yanında bu değişimi duygusal açıdan da hissettirebilseydi.
Ne yazık ki, bir saç kesimi tatmin edici bir dönüşüm yapmaz.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.