Bazı filmleri anlamak için onlara bütünlüklü bir bilgi birikimiyle yaklaşmak yerine; onların doğalarını ya da dillerini çözerek yaklaşmak gerekir. Filmin yarattığı alanın kapılarını aralamak ve o kapılardan içeri girip bakabilmek gerekir böyle bir filme. Malick’in yeni filmi Tree of Life da böyle bir film aslında. Görebilmenizin bakabilmenizle, bakabilmenizin de doğasını çözebilmenizle mümkün olacağı bir film.
“Rahibeler bize hayatta iki yol olduğunu öğretti. Ya doğanın yolu ya da inayet yolu… Hangi yolu izleyeceğinize siz karar verirsiniz. İnayet, istediği gibi hareket etmeye çalışmaz. Hafife alınmayı, unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeye ve yaralanmaya razı gelir. Doğaysa sadece istediği gibi hareket eder. Diğerlerine de kendi istediğini yaptırır. Onların üzerinde hâkimiyet kurmayı sever. Kendi bildiğini okur. Tüm dünya onun etrafında ışık saçarken mutsuz olmak için nedenler arar. Sevgiyse her şeye gülümser. İnayet yolunu seven hiç kimsenin sonu kötü olmaz diye öğrettiler. Ne olursa olsun sana karşı dürüst olacağım.”
Bu konuda çok talepkar olmayan bir film olduğunuysa daha filmin başında anlamak mümkün. Filmin başlangıcında geçen bu prolog kısmı, filmi izleme süreci düşünüldüğünde en büyük yardımı sağlayan öğe. Yani film daha başlar başlamaz size nasıl bir okumaya tabi tutulması gerektiğine dair bir ayna tut(uştur)mayı tercih ediyor. Böyle bir yaklaşımın elbette ki seyirciye (eleştirmene) alan vermeyen bir tavır olduğunu düşünebilirsiniz. Diğer taraftan filmin ayna tuttuğu gerçeğini aslında başka bir şekilde okuyabilirsiniz de: Film size ayna tutmuyor; size aynayı veriyor ve bu aynayla (ancak bu aynayla(!)) nereye tutacağınızın kararını size bırakıyor.
İmge iki çerçeveden kuruluyor: Doğa ve İnayet. Bu iki kavramda filmin parametreleri içinde değerlendirildiğinde mantıklı bir düzleme oturtulabiliyor. Zira doğadan anlamamız gereken orman, dağ, taş vs. değil bizzat doğanın bizimle olan “sözde” ilişkisi. Darwinist bir bakışla bireyin doğadaki hayatta kalabilme mücadelesi ve üst bir yere ulaşabilme çabası kastedilen. Diğer taraftan inayetten kastedilen şeyse; kelimenin kendi anlamı içerisindeki “lütuf”. Ama bu lütuf filmin içinde daha spesifik bir yetiyi imliyor ve bu sebeple filmi daha iyi anlamak adına bu yetiyi biraz daha açmak gerek. Kastedilen yeti bence “nazar” yetisi olarak tanımlanabilir. Nazardan kastettiğim şeyse bir bireyin ilahi ya da manevi bir güç yoluyla varolan materyal gerçekliğin ötesine geçebilmesini sağlayan bir görme yeteneği. Yani kıyaslama yapılacak olunursa; “doğa”da imlenen şey materyal düzeydeki bir varoluş deneyiminin ötesine geçememe haliyken; inayette imlenense o materyal gerçekliğin ötesine geçebilen bir vizyona sahip olma gücü.
Filmin bu ikili yapı üzerinden kurduğu hikâyeyse bir makro bir de mikro öykü üzerinden başka bir ikili daha üretiyor. Makro öyküde tanık olduğumuz şey kâinatın yaratılışının/meydana gelişinin öyküsü. Bu yarım saate yakın süren sahnede ilk toz bulutlarından dinozorlara kadar opera müziği eşliğinde bir evren oluşumuna tanık oluyoruz. Malick’in böyle bir sahneyi filme yerleştirmesindeki gerekçeyse evrenin sürekli değişen bir olgu oluşunun altını çizme ve evrendeki güzelliği ve estetiği vurgulama isteği. Zira bu istek filmin “minör” olan öyküsüne aslında büyük çapta hizmet eden bir noktada duruyor.
Filmin mikro olan öyküsü ise üç çocukları olan O’Brien çiftinin öyküsünü anlatıyor. Film bu aile üzerinden bir alegori kuruyor. İnayet ve doğa imgeleri anne ve baba figürleri üzerinden birer alegoriye dönüşüyor ve film bu alegori üzerinden karakterlerin bu yaklaşımları sonucunda vardıkları noktaları irdeliyor. Baba, doğa imgesi olarak çocukların üzerinde sürekli bir hayatta kalma çabası yaratmaya çalışıyor ve onları her seferinde ezerek “dirençli” bireylere dönüştüklerini görmeye çalışıyor. Filmin giriş kısmındaki tanımlara bakıldığında da zaten bütün imgeler okları babaya döndürüyor (…istediği gibi hareket eder…kendi istediğini yaptırır…hakimiyet kurmayı sever…bildiğini okur…)
Annenin temsil etmiş olduğu inayetse filmde onun olaylara karşı göstermiş olduğu sabır ve tahammül üzerinden gelişiyor. Baskı altına almaya çalışmıyor ve çocuklara alan bırakarak onlarla bir ilişki kurmayı tercih ediyor. Babanın otoritesine karşı çıkmıyor ya da ev içinde baskın bir rol edinmeye çalışmıyor. Bunun yerine ona yaklaşanla bir iletişim kurmaya çalışırken, onu baskılayana ya da göz ardı edene tepki göstermiyor. Zira o da rolünün sınırlarını aşmıyor ve oklar onu da beklendiği gibi gösteriyor (…istediği gibi hareket etmeye çalışmaz… unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir… yaralanmaya razı gelir…) Bu tarz sert bir alegorinin post-modern dünyamız için fazlasıyla keskin çizgileri olması elbette ki eleştiriye açık bir konu. Diğer taraftan bunu Malick’in radikal duruşunun bir yansıması olarak da görebilmek mümkün, zira Malick’in post-moderne ait bir belirsizlik kullanma çabasında olup da başarısızlığa uğraması gibi bir durum yok ortada.
Bu mikro-alegorik öyküde ikinci katmanı ailenin üç çocuğu ve onların akıbeti oluşturuyor elbette. Bu üç kardeşin sonrasında evrileceği nokta biraz da o dönüşümün izlerini verir nitelikte. Kardeşlerin üç kişiden oluşmasına karşın semboller inayet ve doğa üzerinden iki kardeşe paylaştırılıyor. Jack isimli büyük kardeş “doğa” kavramını temsil ederken; ortanca kardeş olan Steve ise inayeti temsil ediyor. Burada Malick’in üzerine kafa yormaya çalıştığı şeyse; bir ailenin kendi içindeki alt kuşağa bu iki olguyu ne tür bir yapılanma üzerinden sunacağı, yani baba ve anne figürlerinin çocukların üzerindeki bu temsillerinin onları nasıl şekillendireceği. İşte bu açıdan düşünüldüğünde; Malick oldukça determinist bir tavrı benimsiyor.
Zira büyük kardeş sahip olduğu hırçın ve yırtıcı mizacı sebebiyle babasının yolundan gidiyor. Sürekli babasıyla çatışıyor ve ona karşı çıkıyor. Bu yönüyle babasının rolünün devamlılığını taşıyor. Diğer taraftan babanın çocuğu üzerindeki bu baskısının etkisi çok fazla önemsenmiyor. Olay “fıtrat”la açıklayabileceğimiz bir şeye doğru evriliyor ve mesele deneyimlerimizden ziyade “yaratılış”taki benliğimizin etkili olduğunu vurguluyor. Zaten inayet de tematik olarak tanrıdan ya da başka bir üst varlıktan gelen bir yeti olduğu için Malick daha baştan kimi insanların belli yetilerle ya da “erdem”lerle donanımlı olarak doğduklarını kabul ediyor (ya da öyle gösteriyor(!)). Bu determinist tavırsa finaldeki sekansla oldukça farklı bir okumaya doğru gidiyor ve bu noktada karar vermenin çok da sağlıklı olmayacağını gösteriyor.
Ortanca kardeşin temsil ettiği inayetse hem babayla hem de anneyle uyum içerisinde bir yaşam süren çocuğun kişiliğinde kendini gösteriyor. Problem yaratmaksızın gözlemliyor. Babasının piyano çaldığı anda; onun da babasıyla uyumlu bir şekilde gitar çaldığını görüyoruz ve bu sahne güçlü bir metafora dönüşüyor. Diktatör olan baba figürüyle bile iletişim kurarak bir çeşit yetenekler arası iletişim kuruyor Steve. Bu sahnede Steve’in babasıyla empati kurduğunu söylemek güç. Ama en azından onunla bir iletişim kurması bile ailede en çok anne figürünün babayla kurmaya çalıştığı bağa benziyor. Bununsa yine inayet ve doğa ilişkisi üzerinden değerlendirilebileceğini söyleyebilir. Zira inayet yetisi filmde doğayla olan ilişkiyi de dönüştürebiliyor. Onun “hırçın” ve güçlü tarafına karşı savaşmak yerine onunla iletişim kurmak için ortak bir noktanın bulunması çabasını taşıyor bu yeti. Bu anlamda inayetin yaratmış olduğu uzlaşmacı ve sabırlı tavır olumlanıyor. Zaten “İnayet yolunu seven hiç kimsenin sonu kötü olmaz diye öğrettiler.” cümlesi daha filmin başından bize bu öğretinin olumlu olduğunu gösteriyor.
Filmin en önemli temalarından biri olan ölüm de ortanca kardeşin ölümüyle birlikte belirginleşiyor. Zaten filmin daha başlarında anne ve babanın oğullarının ölümleriyle sarsılmalarını görüyoruz. Zira bu bile Malick’in film içerisinde en geniş kapsamlı inceleyeceği temalardan birinin bu olduğunu gösteriyor bize. Baba duruma üzülse de direniyor. Zira güç gösterisiyle hayatta kalınabilecek bu dünyada ağlamak ya da herhangi bir duygu kırıntısını dışarıya vurmak onun zayıflığını vurgulamaktan başka bir işe yaramayacak onun nazarında. Annenin olaya yaklaşımıysa Tanrı’ya yakarmasına ve neden oğlunu ondan aldığıyla ilgili bir sorgulamaya gitmesine yol açıyor. Zaten bütün filmi annenin önce karşı çıkan, sonra kabullenen ve finalde de bununla özdeşleşen bir figüre dönüşümü olarak görmek de mümkün bu minvalde. Kısaca bakıldığında ölüm, baba ve anne adına çok da şaşırtacak bir bakış katmasa da dünyevilik, maddecilik vb. temaların daha net görülebilmesi için önemli bir yer tutuyor. Ölüm teması bu dünyanın bir şekilde sona ereceğini, insanların daha metafiziksel bir gerçeğe ulaşacağını, bunun çok daha önemli bir yerde duracağını ve meta-gerçekliğin basit ya da önemsiz olduğunu göstermeye de yarıyor.
Bütün bunlara bakıldığında Malick’in çok “modası geçmiş” bir şeyden bahsettiğini düşünmeniz mümkün. Hatta filmi determinist bir Hristiyanlık alegorisi olarak görmek bile mümkün. Ama bütün bunları yıkabilecek bir final sekansının da filmde mevcut olması fazlasıyla önemli. Finaldeki sekans aslında bütün filme yapmış olduğumuz okumayı tekrardan gözden geçirmemize yol açabilecek cinsten. Onun için finali iyi düşünerek seyretmek ve filmin çerçevesi dâhilinde düşünmek gerek. Biraz bahsetmek gerekirse de sahnenin büyük oğlan Jack’in seneler sonraki hayatıyla ilintili olduğunu söylemek mümkün. Zaten aile öyküsünden geriye kalan (en azından bizim gördüğümüz kadarıyla) kişi de Jack oluyor. Filmin mikro öyküsüne devam niteliği taşıyan bu öyküde Jack’i koca koca binaların arasında sıkışmış bir şekilde geçmişle ilgili dert yanarken seyrediyoruz. Bu dert yanmalar dışarıya da yansıyan bir “eylemsel ses” yoluyla değil içsel monologlar halinde gösteriyor kendini. Çünkü Jack artık ne hayattan zevk alıyor ne de gelmiş olduğu sınıfsal mücadelenin zirvesinde olmaktan. Zaten Jack’in yaşam koşulları bu “hayatta kalma mücadelesi”nden başarıyla bir üst-sınıf birey olarak çıktığını gösteriyor. Bu anlamda babasının nazarında, önünde mutlu olmasına engel olabilecek bir şey yok zira “doğa”nın gözünde hayatta kalabilmek bu düzenin en önemli başarısı. Oysa Jack bütün bu sahip olduklarına ait hissedemiyor ve bu süreç daha fazlasını istemeye gitse de bir yerde sonra hep aynı şeyin etrafında dönüyor. Bu sebeple Jack hayatında annesi ve kardeşinin olduğu maziye saplanmış bir şekilde şimdiki zamanını yaşıyor. Oysa aklı hep kardeşinin ölümüne gidiyor ve bu onu hep bir sorgulama haline itiyor. Değerlerine ve inandıklarına karşı verdiği bu sorgulama hali de bizi hem finaldeki o önemli sahneye hem de Jack’in kişisel dönüşümüne ulaştırıyor.
Final sekansında Jack bir eşiği aşarak sular ve kumlarla kaplı mekânda birçok insanın arasında yürüyor. Önce annesi sonra da babası derken bütün ailesi geçiyor etrafından ama o annesine odaklanıyor zira hala öğrenmesi gereken şeylerin saklı olduğu kişi annesi zaten. Bu noktada geçtiği eşikse doğanın yırtıcılığına karşın inayetin ona sağlamış yeni görme yetisine doğru olan bir eşik aslında. Jack’in yaşamış olduğu bu dönüşümse bütün filme yaptığımız okumayı bir anlamda tersyüz eder nitelikte. Jack’in yaşamış olduğu bu dönüşüm/keşfediş aslında filmin bu determinist tavrını da yıkar nitelikte. Çünkü burada Malick aslında inayetin sadece bahşedilmiş bir şey olmasından değil, aynı zamanda keşfedilmesi gereken bir şey olmasından da bahsediyor. Yine bunun “fıtrat”la olan ilişkisine bir açık kapı kalsa da esasında hepimizin bu “manevi” yetiyi keşfetmesinin en önemli ayrıntı olduğunun altını çizen bir film Tree of Life. Bu açıdan filmin makro öyküsü olan kâinat sahnesinde vurgulanan sürekli değişme hali de çok önemli bir unsur. Çünkü inayetin farkındalığıyla siz dönüşüm ve değişime algılarınızı açıyor ve dünyayı daha derin ve daha büyük bir pencereden görebiliyorsunuz. Ama eğer ki sürekli olarak hayatta kalmanızın ve güçlü olmanızın gerekliliğine kendinizi kaptırıyorsanız; o zaman da değişimi bir kenara bırakıp sadece kendinizi merkeze aldığınız bu hayatta öylece kendinizi yıpratmaya devam ediyorsunuz.
Filmin içinden çıkanlar dışında biraz da filmde kendi gördüklerimden bahsetmek istiyorum. Bence Malick’in filmi bir dinin alegorisi olma çabasında değil, çünkü filmin en önemli derdi daha büyük ve geniş bir şey anlatma çabası. Zaten filmdeki epik anlatının hakim olduğu kainat sekansları filmin dar bir çerçeve takınmak istemediğinin ciddi bir kanıtı. Bu anlamda Malick hayatı algılama şeklimizi iki yön üzerine çiziyor ve onların izlerini hem bireylerin kendileri üzerinde hem de çevrelerindekilere olan etkileri üzerinden takip ediyor. Ucu açık bırakılsa da ben inayetten kastedilenin insanın daha büyük olan çerçeveyi (makro öykü) görebilme yetisi olarak görülebileceğini düşünüyorum. Diğer taraftan doğa imgesiyse bu keşmekeşi, bu hırgürü, bu hızı, bu hırsı ve bu gibi daha bir sürü kavramı besleyen bir sürü insanı imliyor. Onlar sayesinde dünya sadece bencil hırsların ve hayatı sürdürebilmenin mekanı. Onlar için kainatta yaşanan değişim ve dönüşüm sadece adapte olmaları gerektiği kadarıyla önemli. Bu anlamda belki de Malick’in eleştirel yaklaştığı tavır tam da bu doğada hayatta kalma saplantısının peşinde koşan bireyler. Zira finalde de Jack karakterini kurtaran(!) şey bu eşikten geçerek dönüşebilmesi.
Kısaca Tree of Life, size verdiklerinin ne kadarını alacağınıza sizin karar vereceğiniz bir film. Filmi bir din alegorisi olarak görmek ya da daha derin bir algı öyküsü olarak görmek sizin elinizde. Bu anlamda ayna tam da şu an avuçlarınızın içinde.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.