Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülüyle dönen Triangle of Sadness’in seyircileri ikiye böldüğünü söyleyebiliriz. Bir kesim filmi sığ anlatımdan dolayı suçlarken, öte yandan yönetmen Ruben Östlund’un yarattığı dünyaya girmeye başaran kişiler filmden daha büyük bir keyif almayı başardılar.
Östlund’un filminin ahlaki olarak fazla alaycı olması ve ağlanacak halimize gülmemizin portresini çizmesinin insanları rahatsız etmesinin başlıca nedeni, filmin içindeki kodların kovadan boşalan bir su misali seyircinin üzerine dökülmesine bağlayabiliriz. İnsanlar The Square ya da Force Majeure’de olduğu gibi metaforik anlatımın ve kavramların entelektüel kitleye yönelik sunulması gerektiğini düşünüyor. Ancak Östlund bu filminde daha geniş bir kitleye hitap etme yolunu seçmiş görünüyor.
Bunun sebeplerinin başında The Square filminin aksine Triangle of Sadness’da anlatılan olayların tüm insanlığı etkileyen gerçeklerden oluşması olduğu söylenebilir. The Square’de daha entelektüel kitlenin anlayabileceği göndermelerde bulunarak, bu kesimin açıklarından yararlanan bir mizah anlayışı karşımıza gelmişti. Bu sefer ise yönetmen yeni filminde belli kesimdense tüm dünyayı ilgilendiren kitleye vurgu yapmak istemesi olduğunu söyleyebiliriz. Dünyadaki zenginlerin pek çoğunun da aslında bu entelektüel seviyeyi yakalayan insanlardan oluşmaması bu seçimde etken olmuş olabilir. Çiğ anlatımı biraz yapmak istediği filmi destekleyen bir tarz olarak benimsiyor.
Filmde farklı ülkelerden oyuncuların varlığıyla oluşturulan ilginç kast seçimlerinin nedenlerine geçmeden önce filmdeki birkaç oyuncuya değinmek gerekiyor. Erken yaşta hayata veda eden Carlbi Dean ve önümüzdeki dönemde sinemada iyi projelerde görmeyi umduğum Harris Dickenson filmin öne çıkan oyuncuları olurken; Woody Harrelson ve Dolly De Leon performanslarıyla filmde parlayan isimler oluyorlar.
Bu yazıda filmin içindeki anlatıya dair sürpriz bozan noktaların kullanılacağını belirtmek isterim. Bu yüzden yazının devamının filmi izlendikten sonra okunması daha yararlı olacaktır.

Kapitalist Nuh!
Film daha ilk sahnesinden temelini kapitalizm ve umursamazlık üzerine kurduğunu ilan edercesine; bir modellik seçmesi üzerinden, kapitalizmin en doruklarının yaşandığı moda sektöründen göndermelerle başlıyor. İnsanların sahte mutluluklar kurduğu ve fakir ya da zengin olmaksızın ilgi duydukları moda sektörü, dünyadaki fakir ile zengin ayrımını anlatmak için belki de en kolay yol olarak seçiliyor. Çünkü insanlar pahalı markalara yaklaşamazlarken bile, bu markaların isimlerini bilip, bir gün kendilerinin olmasını istediği bu kapitalizm ürünlerinin hayaliyle hayatlarını sürdürüyorlar. Doğal olarak da yönetmen H&M markası üzerinden basit kelime oyunlarıyla zengin ve fakir ayrımını ilk anda hissettiriyor. İnsanların mutluluk düzeyini dahi para üzerinden seyirciye yansıtıyor.
Böylece en baştan filmin ne hakkında olduğunu anlıyoruz. Tabii Östlund’un kendi mizah anlayışına göre değinmek istediği çok fazla konu var. Bu sebeple karşımıza süper modellerin sığlığı, Rus oligarklarının bayağılığı ve küresel tüketici kapitalizminin acımasız eşitsizliği hakkında birçok içgörü sunuluyor. Bu yapılırken senaryo üç bölüme ayrılıyor.
Adem ile Havva
İlk bölümde Östlund dini kitaplarda olduğu gibi insanlığı Adem ve Havva üzerinden anlatmayı tercih ediyor. Bu yüzden de kadın ve erkek imgelerini modernleştirerek günümüz toplumuna adapte ediyor. Cinsiyet eşitsizliğini, pek çok ilişki modelini baz alarak, insanların üzerine sinen belli kalıplar üzerinden işlemeyi tercih ediyor. Gözde kadın model Yaya ve kendi işinde bile beceriksiz olan Carl karakterleri bu roller için biçilmiş kaftan oluyor. Film tabii ki para ile ilgili olduğu için gelir eşitsizliklerine rağmen, insanlara toplum tarafından biçilen cinsiyet rollerine öncelikle dil uzatıyor. Genelde toplum içinde gelir paylaşımlarındaki eşitsizlik erkek lehine olmasına rağmen, Östlund erkeğin güçlü olmadığı bir sektör seçerek erkeklerin bu konuda empati kurmasını sağlamayı amaçlamış. Ortaya çıkan zıtlıklarla ne kadar komik durumlara düştüğümüzü böylece açıkça belgelemiş. Parası fazla olan insanın umursamazlığı ve mali anlamda zorluk çeken insanların tek düşündükleri şeyin para olması bile, dünyadaki insanların bakış açısını en kaba şekilde yüzümüze tüm çıplaklığıyla vuran unsur oluyor. Günümüz toplumunda statüleri para belirliyor. Bir insanı sevmek, ondan hoşlanmak ya da onunla vakit geçirmenin dahi kapitalizme bağlı olması insanlığın ikiyüzlülüğünü yansıtan bir alegoriye dönüşüyor.

Ve Tanrı Dünyayı Yarattı
Yönetmen Östlund filmin ikinci bölümünde dünyanın dengesizliği üzerine metaforlara başvuruyor. Her şey gözümüzün önünde ve basit. Dünya iki kesimden oluşuyor: Zenginler ve fakirler… Çünkü dünyayı para yönetiyor. Bu bölümdeki lüks devasa tekne ise minyatürleşmiş bir dünyayı temsil ediyor. Bu bölümün başındaki gemi mürettebatının “para” kazanmak üzerine kurulu düzeni vurgularcasına parayı kutsayan hizmet sloganı, aslında bu bölümde dünyayı da paranın yönettiğine dair vurgusu olarak aklımıza kazınıyor. Para kimdeyse ona itaat edeceksin! Kapitalist dünyanın birebir yansıması değil de nedir bu?
Para sahibi insanları reddemezsin ve ne isterlerse yapmalısın. Mürettebatın bu mottosu, belli ki günümüz toplumunun çalışan kesiminin birebir yansımasını karşımıza getiriyor. Paraya ulaşmanın tek yolu itaat etmekten ve düzenin içinde göze batmamaktan geliyor. Oluşturulan sistemin çarkları, işçi sınıfını sadece bir hizmetkar olarak betimliyor.
Kanunları her noktada zenginler belirliyor. Örneğin güverteyi temizleyen bir çalışanın sırf sıcağın altında üstünü çıkartmasından dolayı cezalandırılması bile, kendi oluşturdukları siteme karşı bir isyan olarak görülüyor. Çünkü bu rahatlık bile kendileri arasında statü olarak alt sınıf olarak görünen bir insanın sisteme karşı bir başkaldırısı olarak algılanıyor. Böylece hemen oyunun dışına itiliyor. Bu çalışanın da ekonomik krizlerle senelerce mücadele eden Yunan bir karakter olarak seçilmesinin ironik bir şekilde tesadüf olduğunu sanmıyorum. Avrupa birliğinde her krizde topun ağzına gelen ilk ülkenin Yunanistan olması boşuna değil.
Zengin insanların istekleri ve insanların düştüğü durumları izleyerek ağlanacak halimize gülmek durumunda kalıyoruz. Çünkü Östlund dünyanın tam olarak da dengesi bu yönde ve insanların bakış açısı bu olduğu sürece hiçbir şey değişmeyecek vurgusunu göstere göstere altını çiziyor.

Öte yandan yatın içindeki zengin kesime bir göz atalım. Parayı elinde bulunduran azınlığın, görgüsüz ve insanlığı her seferinde dibe sürükleyen mesleklerden seçildiğini fark ediyoruz. Silah satıcıları, aileden zengin oldukları için her türlü şımarıklığı yapabileceğini sanan sonradan görmeler, dünyanın içine edip bundan para kazananlar, teknoloji zenginleri, modeller ve diğerleri… Yani kısacası dünyada paraya yön veren kaymak tabakanın ele geçirdiği bir dünyanın içindeyiz mesajı karşımıza çıkıyor. Yozlaşmış burjuvazinin yönettiği bir dünyanın içinde olduğu yerde savrulan ve batması olası bir tekne karşımıza çıkıyor.
Kaptanın dünyayı yöneten ABD’li bir oyuncu tarafından canlandırılması bile, aslında dünyayı yönetenlerin belli başlı ülkeler olduğunu belirtir anlayışta olduğunu söyleyebiliriz. Gemisinde olanları umursamaz tavrı ve zenginliğin üst seviyelerde yaşandığı bir yemekte sadece komunizmden bahsetmesi bile filmin içinde bulunduğu ironi seviyesini gösteriyor. Tüm insanların kusmukların içinde yüzdüğü bir ortamda, masada her şeye rağmen sağlam kalan iki kişi var. Biri ABD’li kaptan, diğeri ise Rus Oligark… Bu iki güçlü ülkenin dünya yerle bir olurken, masa başında Karl Marx, Mark Twain, Noam Chomsky ve Google’da kolayca bulunabilen diğer sol-kanat bilgelik kaynaklarından alıntılarla dolup taşan konuşmaları umursamazlıklarının açıkça ilanı olarak karşımıza çıkıyor. Zenginler dünyayı (yani yatı) kendi zevkleri uğruna kusmuklarıyla kirletirlerken, dünyanın tepesindekiler sözde entelektüel birikimleriyle kendilerini pohpohluyorlar. Bu bölümün finali de yine dünyadaki tüm savaşların sebebi olan silah tüccarları sayesinde sona eriyor.

Sadece Zenginler mi Suçlu?
Film üçüncü bölümde eleştiri oklarını farklı bir yöne çeviriyor. İlk iki bölümde zenginlerin budalalıklarıyla dalga geçerken, bu sefer zengin ile fakir arasındaki uçurumu eşitleyerek ıssız bir adada yaşamalarını sağlayarak gelir eşitsizliğini ortadan kaldırıyor. Böylece alt sınıfın silah zoruyla başa geçmesine vurgu yaparken, akıllara dünyadaki darbeler, fakir kesimin isyanları, cunta yönetimleri akla geliyor. Alt kesim de yönetimi ele geçirdiği anda, imtiyazlara sahip olma ve yapamadıklarını gerçekleştirme telaşına düşmeye başlıyor. Özellikle üçüncü dünya vatandaşı olarak simgesel olarak karşımıza çıkan Abigail, alt sınıftan gelip başa geçtiği anda diktatörlükle yönetimi ele geçiren halkı temsil ediyor.
Issız ada bir anda fakir insanın cennetine dönüşürken, ahlakın bu sefer yönde yozlaştığını anlatmaya çalışıyor. Nihayetinde toplumun her kesiminin gücü elde ettiği anda bir canavara dönüştüğünü belgeleniyor. Tabii Östlund türün klişelerini tersyüz ederek kadınların istismar öznesi olmasına zıt giderek, erkekleri istismar öznesine dönüştürerek kendince farklılıklar yaratmayı tercih ediyor. Kadın karakterlerin güçlü figürler şeklinde temsil edilmesi filmi ayrı şekilde değerli kılıyor.
Nihayetinde hikayemiz ıssız ada zannettiğimiz yerin aslında kapitalizmin merkezi bir tatil köyü olduğunu vurgulayarak, yine güç dengelerinin değişimine vurgu yapıyor. Filmin finalindeki Abigail ile Yaya’nın düştüğü durum bu yüzden anlam kazanıyor. Fakir kesim ne yaparsa yapsın, yine kapitalizmin pençesinde can vermeye mahkum kalacaktır. Çünkü insanlar geleceklerini düşünmeden, yaptıkları eylemlerle dünyayı mahvetmeye devam edecekler.
Sonuç olarak aklımıza şu soru geliyor. Bu durumlara düşmemizde sadece zenginler mi suçlu, yoksa suçlu olan bu insanlara göz yuman diğerleri mi?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.