“Hayatım, daha doğrusu hayatımın bugüne kadar olan dilimi, çoğunlukla sıkıntı verdi. 6 Şubat 1932’de doğdum, bugün 21 Mart 1949, yani 17 yaş bir ay 15 günlüğüm. Neredeyse hayatımın bütün günlerinde yemek yedim ve hepsinde geceleri uyudum. Sanırım biraz fazla çalıştım, çok tatmin duygusu ve sevinç yaşamadım. Geçirdiğim noeller ve doğumgünleri sıradandı ve hayal kırıklığıydı. Savaş ve savaşa katılan moronlar hakkında dikkate değer bir duygu hissetmiyorum. Sanatı ve özellikle filmleri seviyorum. Bence sanat, vücudun kendini pisliklerden ve hastalıklardan temizlemesi gibi, vücut sağlığı için şart olan bir faaliyet. Çalışmayı seven, işini seven insan, yaşamayı bilmiyor demektir.
Macerayı sevmedim ve hep kaçındım. Günde 3 film, haftada 3 kitap ve güzel müzik beni hayatımın sonuna kadar mutlu eder. Ölümün geleceğini biliyorum ve bu beni bencil bir şekilde korkutuyor. Ailem benim için basit insanlardan fazlası değil, benim anne babam olmaları sadece rastlantı, bu yüzden ikisi de benim için yabancı kişiler. Arkadaşlığa ve barışa inanmıyorum. Beladan, ortalığı karıştıran herşeyden uzak durmaya çalışıyorum. Siyaset bana göre büyüyen bir endüstri ve politikacılar da akıllı sahtekarlar.
Bütün bunlar benim maceramı özetliyor. Neşeli veya hüzünlü değil, sadece yaşam. Gökyüzüne çok bakmıyorum, çünkü yeniden aşağı baktığımda herşey bana korkunç görünüyor.”
Truffaut’nun 17 yaşında bir kompozisyon yarışmasında yazdığı bu satırlar, gençliğini kısaca özetliyor. Truffaut’nun çalışmayla ilgili yazdıkları da o dönemki hayat kavgasını aktarıyor. Daha 18 yaşında Elle’in fotoğrafçısı ve muhabiri olarak görev yapıyor, film eleştirileri yazıyor, Cine-Digest’e yazılar veriyordu. Dehası erken yaşta ortaya çıkmıştı. Gençliğine rağmen elde ettiği başarı sinema dünyasının da dikkatini çekmişti. Robert Bresson’la tanışmış, film setinde röportajlar yapmış, usta yönetmenin de gözüne girmişti. Jean-Luc Godard, Jacques Rivette ve Claude Chabrol ile birlikte oluşturdukları arkadaş grubu ve sinema kulübü herkesin dikkatini çekiyordu. Cinémathèque Française’e beraber gidiyorlar, saatlerce film tartışıyorlardı.
Bu başarılı ve hareketli hayat, kompozisyonunda da dışavurmaya çalıştığı içindeki sessiz karanlığı gidermiyordu. Yine 18 yaşında sağ koluna 25 jilet kesiği açarak intihara kalkıştı. Liliane Litvin’e olan aşkı karşılıksız kalınca sadece intihar girişimi de yetmedi ve 19 yaşında askere yazıldı. Fransız ordusu onu Saigon’da görevlendirdi. Yaptığı büyük hatayı biraz geç fark etti ve askerden kaçmaya karar verdi. Yakalandı, askeri hapishaneye atıldı. Burada da bir intihar girişiminde bulununca kendisini askeri akıl hastanesinde buldu.
Yatılı okul, askerlik, askeri hapishane ve askeri akıl hastanesi… Ve bu yaşantının tam tersi bir şekilde her biri birbirinden parlak zekalı arkadaşlarıyla, özgür ve üretken bir yaşam. Bir yerde kendisini kontrol edip, hayata yeni bir başlangıç yapmalıydı. Hapiste ve akıl hastanesinde kitaplara sarıldı. Proust ve Balzac’ı yalayıp yuttu. Jean Genet’nin Hırsızın Güncesi hayata farklı bakmasını sağladı. Genet ile iletişim kurdu. Genet’nin moral verici mektuplarıyla kendine geldi.
Truffaut’nun hayatında ondan vazgeçmeyen diğer bir isim de Andre Bazin oldu. Asker kaçağıyken evinde saklayan, eşi Janine ile birlikte hapisten çıkabilmesi için yasal yolların hepsini zorlayan ve en önemlisi Truffaut’yu film eleştirisi ve sinema konusunda cesaretlendiren Bazin, büyük bir dehanın kaybolup gitmesini engelleyen insan oldu.
Bazin’in, Truffaut’nun film eleştirilerinin de yer aldığı Cahiers du Cinema’nın ilk sayısını hastaneye ulaştırması, Truffaut’nun hem kendi hem de arkadaşlarının yazdıklarını okuması fransız ustanın gerçek doğumu oldu. Sonrasını zaten sinema tarihi yazdı…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.