Vice ve The Favourite: Güç Oyunları…

Ödül sezonunda özellikle oyunculuklarıyla öne çıkan iki film Vice ve The Favourite‘i arka arkaya izledikten sonra ikisini tek yazıda irdelemeye karar verdim. Zira iki filmin de ortak noktaları mevcut, ben de yılın benzer filmlerini yazmaktan hoşlandığım için bu fırsatı kaçırmak istemedim. Lafı uzatmayayım ve başlayayım. Yıllardır komedi filmleriyle izleyicileri eğlendiren senarist-yönetmen Adam McKay politik taşlaması The Big Short‘la ödülleri toplayıp en sonunda senaryo Oscarını kazanmıştı. 2008 ekonomik krizini dördüncü duvarı sıklıkla yıkarak, hızlı bir kurgu, bolca kesme, bolca da taşlama ve mizahla, olabilecek en basit şekilde anlatan McKay bu üslubunu Vice‘ta da koruyup Başkan Bush’u (Sam Rockwell) yönlendiren, Amerikan siyasetini şekillendiren Dick Cheney’nin (Christian Bale) yükselişini anlatırken bir dönem hazmı zor filmler yapan, ama üslubunu her filminde daha da ehlileştiren Yorgos Lanthimos bu kez vizörünü İngiltere krallığına çevirip güç mücadelesine odaklanıyor.

“Güç mücadelesi” iki filmin de ortak tarafı. Vice başlar başlamaz önümüze alkolik, işe yaramaz, genç bir Cheney portresi konuyor. Barda kavga eden genç Cheney’i sevgilisi Lynne (Amy Adams) sarsıp kendine getiriyor: Ya kendine çekidüzen verip önemli biri olursun, ya da beni isteyen birisine giderim, diyor Lynne. Bundan sonra Cheney yükselişe geçip en sonunda milyonlarca insanın hayatını karartacak Irak İşgali’ne imzasını Başkan Bush’la birlikte atıp köşesine çekiliyor. Tüm film güçlenmek, çok önemli birisi olmak isteyen, gücü hiçbir zaman kaybetmek istemeyen, Lady ve Lord Macbeth’ten farksız Cheney’lerin bu güç uğruna yapabildikleri üzerine. McKay, The Big Short‘taki üslubunu koruyor demiştim. McKay bulabildiği her fırsatta Amerika’nın sağ cenahını eleştiriyor, hicvediyor, yerden yere vuruyor. Bunu diyaloglarla yapıyor, görüntülerle yapıyor, yetmiyor, Hollywood’un kahramanlık filmlerinde çalan müzikleri dahi kullanarak bu sağ politikayı, Hollywood’un sağcı kitle için hazırladığı filmleri ve tabii ki vatandaşları (kovboy gibi giyinip silah kuşanıp hayvan avlayan kitle) hicvediyor. Vice‘ın ilk bir saati iyi. Bu bir saatte kitle ve politikayı iyi bir şekilde hicvedip merkeze aldığı Cheney’i de bir kez olsun kahramanlaştırmıyor McKay. Tam tersine karakterin karakterinin tüm defolarını bu iki saatte sıkça önümüze seriyor.

Fakat iş ikinci saate, yani Irak İşgali’ne gelince film biraz ciddileşiyor. Bir süre sonra temposunu yitirip durağan hale geliyor film. McKay bu kez ekonomik krizin aksine oldukça basit bir konuyu işlediği için kurguya fazla iş düşmüyor. Yani Vice, The Big Short‘taki kadar enerjik ve hızlı bir kurguya veya çok farklı kurgu numaralarına sahip değil, çünkü ortada pek çok kurgu numarasıyla açıklanmaya çalışılacak karmaşıklıkta bir öykü yok. Öte yandan McKay, The Big Short‘ta olduğu gibi izleyiciyi 4. duvarı bir anlatıcıyla (Jesse Plemons) yıkarak bilgilendiriyor. Yönetmen önceki filmindeki üslubunu korusa da önceki filminin gerisinde kalmış. Gene de Vice izlenmeye değer bir film. McKay merkezdeki karakterlerin hiçbirine acımıyor, hepsine alaycı bir şekilde yaklaşıp onları eleştirdikçe eleştiriyor, yer yer onların gülünçlüğünü göstermekten de imtina etmiyor. Bir sahneyi anmak gerek: Cheney seçimi kazanamayınca McKay “…Ve Cheney’ler bir daha siyasete dönmeyip evlerinde mutlu bir şekilde yaşadılar,” yazısını ekleyip jeneriğe yer veriyor ama hemen akabinde Cheney’lerin politikaya dönme çabalarına yer vererek hem onların içlerindeki güç açlığıyla, hem de Hollywood’un biofilmleriyle bir güzel dalgasını geçiyor. Cheney’leri Shakespeare-yen konuşturduğu sahneyle de baş karakterleriyle dalga geçmeye devam ediyor.

Vice tabii ki sadece bir taşlama değil. Film ortalamayı aşamayıp The Big Short‘un gerisinde kalsa da demokrasinin, ulusal ve uluslararası hukukun altının nasıl oyulduğunu da irdeliyor. Oyunculuklarıyla da öne çıkan film, Macbeth’lerden farksız Cheney’lerin güç açlığını iyi bir şekilde irdeliyor. Bu noktada Vice‘la benzeşen The Favourite‘e geçelim. Dogtooth filmiyle ağızları açık bıraktıran, bir süredir Hollywood’ta olan Lanthimos da güç açlığını işlemiş. İngiliz sarayında geçip genç Abigail’i (Emma Stone) merkeze koyan film iki kadın arasındaki bir nevi taht oyununa ve entrikalarına mizahı da es geçmeden yer veriyor. Sürekli ezilen, fakir Abigail’in kraliçe Anne’in (Olivia Colman) gözüne girip leydi olup -yani gücü elde edip- bu sefil yaşamı arkasında bırakma çabaları anlatılırken rakibi Sarah’nın (Rachel Weisz) mevkisini kaptırmama çabalarına da değiniliyor. İki kadının başka bir kadın üzerinden verdikleri mücadele sıklıkla Vice‘ı hatırlattı. Güzel bir tesadüf olmuş. Cheney’ler güç için gözlerini karartırlarken Abigail’in de dönüşümü benzer şekilde gerçekleşiyor (sürekli ezilen, sefil bir hayatı olan Abigail’i izlerken sürekli içen, alkolik Dick’i de hatırlamamak zor. İki karakterin motivasyonları benzer). Kraliçenin gözüne girmek için tavşanları önemsemiş numarası yapan Abigail finale doğru bir tavşanı ayağının altına alabiliyor. Ki öncesinde de koltuğunu korumak adına vicdansız eylemlere imzasını atabiliyor. İki filmin de temel meselesi hırsın kötüleştirdiği insanlar ve verdikleri zararlar. İki film de bu kişileri mizahtan zeval vermeden anlatıyor.

Fakat The Favourite de yönetmenin en iyi  filmlerinden olamıyor. Birbirlerinden çok farklı (kendisine yalan söylensin isteyen, çocuktan farksız bir kraliçe -Anne-, otoriter bir kadın -Sarah-, sürekli ezildiğinden gücü bir an önce elde etmek isteyen genç bir kadın -Abigail-) üç kadın arasındaki mücadeleyi ve bu üç kadının ilişkilerini iyi yansıtsa da ortalamayı aşamıyor. Zira The Favourite bilinen, çokça işlenmiş bir konuyu, güç/iktidar oyunlarını sürprizsiz bir şekilde anlatıyor. Vice gibi ilk saatini tamamladıktan sonra temposunu yitirip hızla klişeleşmeye de başlıyor film. Öte yandan Lanthimos bu filmiyle sivri, rahatsız edici üslubunu tamamen ehlileştirmiş, tamamen anaakıma ait bir filme imzasını atmış. Önceki filmlerinde aile kurumuna eleştirilerini yönelten, bu kurumları rahatsız edicilikten taviz vermeden hicveden Lanthimos bu kez hicvi, taşlamayı bırakıp bir süre sonra iyice klişeleşen bir filme imzasını atmış. İleride aksiyon filmi çekerse şaşırmamalı. Neticede bağımsız ve etkileyici dramalar yapan Steve McQueen de dayanamayıp anaakım, sıradan ve vasat bir aksiyon filmine (Widows) imzasını attı bu yıl.

Özetle yönetmenlerin en iyi filmleri arasına dahil edemiyorum Vice ve The Favourite‘i ama iki film de bir yere kadar epey keyifli.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın