Uyarlama kelimesinin sinema için çok hassas bir tanım olduğu tekrar kanıtlandı. Sinema ortaya çıkışından itibaren, yapısından dolayı diğer sanat dallarından, özellikle de tiyatro ve edebiyattan beslendi. Son yıllardaysa Hollywood’da Spiderman sayesinde iflasın eşiğinden dönen Marvel’ın da önayak olmasıyla bir çizgiroman uyarlama furyasıdır aldı, gidiyor. Bu ağacın son meyvesi de Watchmen. Unutmamak gerekir ki meyve veren ağaç, tohumu göz önünde bulundurularak taşlanır.
Ünlü ingiliz yazar Alan Moore’un 1986 -1987 yıllarında yayınlanan çizgiromanı Watchmen, yazarın diğer eserleri gibi sağlam, farklı, zihin açıcı ve dopdolu. Süper kahraman mitini yapıbozuma uğratarak insan yaşamının amacını sorguluyor. Ama Alan Moore’un bütün yapıtları gibi bu sorgulama işin sadece görünen kısmı; buzdağının bir de su altında kalan muazzam kısmı var. Peki Zack Snyder bize bu geri kalan kısmı gösterebiliyor mu? Kısmen.
Frank Miller gibi görsel biçimci bir yazar- çizerin, 300 gibi söyleyecek çok bir şeyi olmayıp tamamen aksiyon ve görsellik (biraz da testosteron) üzerine kurulu çizgiromanını sinemaya kopya eden yönetmen, bütün çizgiroman uyarlamalarının altından kalkabilir genellemesi bir hayli yanlış. Üstelik bu yönetmene Watchmen emanet ediliyorsa Warner Bros’daki koltuk sahiplerinden şüphe duymak gerekir. Neyse ki film zarar etmeyecek. Ama bir Dark Knight vakası da beklemeyin. Son Batman filmi hakkında birçok eser verilen bir kahramanın bu eserleri taranarak, usta işi ellerden çıkan bir senaryoya sahipti. Oysaki Watchmen 12 sayıdan oluşan tek bir yapıt. Yani Zack Snyder’in elinde 300 gibi birebir sinemaya transfer edeceği bir Frank Miller yapıtı yok. Sinemaya uyarlanması gereken bir Alan Moore başyapıtı var. Ve ne yazık ki Snyder fireyi daha filmin açılışında veriyor. Comedian’in öldürülmesini takip eden müzikli jenerik kısmında hikayenin öncesini kısa planlarla anlatmaya çalışıyor. El insaf dedirtecek cinsten olan bu kısım şu soruyu akla getiriyor: hikayenin kurulum aşamasını, filmin dünyasının gerçekliğini oturtma aşamasını jenerikle örtüştürmek nasıl bir lakaytlıktır? Bir de buram buram yapaylık ve zorlanmışlık kokan bu kısım seyircini filme geç girmesini sağlıyor. Üstelik süresi de can sıkıcı şekilde uzun olunca film ne zaman başlayacak diyorsunuz.
Sorularla dolu bir dünya, beyhude cevaplarla dolu bir hayat.
Watchmen’in ve her yapıtında sorular ortaya atan Alan Moore’un bu filmde sorduğu en can alıcı soru şu: dünya barışı ve milyarların hayatı için milyonların hayatı gözden çıkarılabilir mi? Her eserinde okuyucuya zor ikilemler sunan üstadın bu ölümcül akıl oyununu düşünsel olarak bile ele almak zor. Sonuçta toplum suçlu olanları cezalandırır. Daha işlenmemiş bir suç için ödenecek bedel milyonlarca insanın omuzlarına yüklenebilir mi? Kaldı ki onlara bu hususta danışan da yok! Toplum huzuru için zaten çatlamış olan birkaç yumurtayı kırmaktan çekinmeyen Rorschach için bile cevap hayır. Cehaletin erdem olduğu bir dünyaya, elde ettikleri barışın ve huzurun sahte olduğunu söyleyecek olan Rorschach’ın ölümü bile bu barışı korumak adına bir fedakarlık. Her ne kadar Rorschach’ın ölümü dayatma gibi görünse de o, insanlık için hayatını yaşamaktan çok önce vazgeçmiş süper olmayan bir kahraman. İşte bu belirteçle de ortaya şu soru çıkıyor: süper kahramanlar neden var? Comedian tarafından verilen cevap ilk gözlemde geçiştirir nitelikte; insanları kendilerinden korumak için. Şiddetin dışavurumuna mazeret olsun diye söylenmiş bu neden, insanlığın içinde iyiyi ve kötüyü birlikte barındırdığını gören ve bunun tezahürü olan bir karakter tarafından dile getiriliyor. Öyle ki Stanley Kubrick’in Watchmen’le (çizgiroman) aynı döneme dek gelen Full Metal Jacket filminin Joker’i misali “tam savaş donanımı” ve ateş püskürtme silahıyla öldürmek için doğmuş vaziyette adam katlederken yakasında gülen surat rozetiyle sırıtıyor Comedian.
Her öyküsü, her karakteriyle karşısındakine bir ikilem sunan Alan Moore’un marifeti bununla bitmiyor ki, çizgiromanı birebir kopyalayan filmler bitsin. İnsan davranışının en içgüdüsel ve görece en düşük yanlarını gösterdikten sonra bize bir süper insan sunuluyor. Birçok seyirci “Bu bir süper kahraman filmi, bir süper insandan daha normal ne olabilir ki?” gibi gayet ironik bir cümle sarf edebilir. İşte deha, kusursuz bir model yaratıp, kusurlu insan doğasını bu kusursuz arkaplan önünde teşhir etmekte! (Bu uygulamanın daha ilginç bir örneği için bkz: It’s a bird! çizgiromanı) Fakat bu da yeterli gelmiyor, Dr. Manhattan’ın eriştiği nokta çoğu insansı özelliği geride bırakmasını talep eder nitelikte. Burada ise iki önemli çıkarım bizi ahlâki yönden sarsıyor. Birincisi, her ne kadar filmde altı pek çizilmese de kendini hissettiren Dr. Manhattan’ın neredeyse tanrılaşması sonucu insani özelliklerini yitirmesi ki, bu yakarışlarına cevap alamadığını düşünen insanlar için teolojik soru işaretlerinin belirmesi demek. İkinci soruysa filmin sonuna doğru genişleyen ve şekil değiştiren, sıkça sorulmuş bir sorunun ilk biçimi: güç insanı değiştirir mi?
Dr. Manhattan’ın elde ettiği ya da onda şekillenen güç ulvi bir biçim kazanıyor. Sonuç olaraksa Dr. Manhattan toplumdan ve bireylerden kopuyor. Ozymandias’da ise durum daha farklı. Filmin en değerli teması olan milyonlar-milyarlar karşılaştırmasını soru haline o getiriyor ve uygulamalı olarak da cevap vermekten geri kalmıyor. Bu noktada akla insanları insanlardan korumak için müdahale eden bir başka karakter geliyor. Usta bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’un I,Robot kitabından uyarlanmış aynı adlı filmin yapayzekası V.I.K.I. Kendine verilen parametreler ölçüsünde hareket eden bir yapayzekanın çıkarımlarıyla, toplum tarafından kendisine göz kulak olması görevi verilmiş birinin aynı sonuca ulaşması da bizi Watchmen’in ıskaladığı bir altmetne götürüyor: güç odakları toplum üstünde belirleyici roller oynayabilir mi? Gücü elinde tutan milyonların kaderini belirleyebilir mi?
Günümüz siyasi çelişkileri ve durumuyla son derece uyumlu olan bu altmetin, saldırgan değil de pasif bir Amerika yaratılınca tabii ki havada kalıyor. Belki de çizgiromanın ele aldığı olayların, V for Vendetta misali güncellenmesi söz konusu olsaydı çizilen portre günümüz insanına daha yakın gelebilirdi. Hal böyleyken arkaplan olarak Soğuk Savaş atmosferini seçen Zack Snyder, Alan Moore gibi bir üstadın bu arkaplan ve Nixon hakkında yaptığı kara mizahi eleştirileri karikatürleştirerek neredeyse yumuşatmış. Ozymandias üstünden hem amerikalı hem de sovyet yönetimlere bir giydirme olan bu değerli sorular, filmde niteliklerini ne yazık ki kaybediyor. Çizgiromanda yaptığı hareketin doğruluğundan emin olamayan Ozymandias’ın tereddütüne filmde rastlayamıyoruz. Sadece Nite Owl II’nin yapay bir tehdide karşı birleşen, deforme bir barışa sahip dünya hakkında söylediklerini duyuyoruz. Çizgiromanda saldırı şekli farklı. Saldırıya da sadece New York uğruyor fakat yine de barış sağlanıyor. İnsan refleksi olan ortak düşmana karşı birleşme ne yazık ki çizgiromanda işlenmiyor. Saldırı yine Ozymandias tarafından yaratılan bir yaratığın New York’un yarısını öldürmesi suretiyle geliyor. Bu eylem de barışı sağlıyor. Yani kaynak eserde ortak düşmana karşı birleşme, ortak yaraları beraber sarma, ortak acıları beraber atlatma gibi değerler yok. Oysa filmde bu ahlaksal ve öngörülebilir değerler ortaya konularak, sorunsal altyapı bir adım öteye taşınmak istenirken; sadece suya sabuna dokunmayan bir filmle sonuçlanıyor. Zira dünyadaki belli başlı merkezlere yapılan bir saldırı doğal refleks sonucu insanları tek bir saf olamaya iter, evet. Fakat çizgiromanda saldırıya tek maruz kalan ülke Amerika’ya başta Sovyetler olmak üzere tüm dünya yardım eder ki, bu Amerika’ya filmden çıkarılan bir eleştiri sunar.
Sonuç olarak çizgiromandan filme birebir uyarlama konusunda başarılı bir yönetmenin, bütün bunları kopyalamaya çalışması ve bazılarını çıkarma yoluna gitmesi kaçınılmazdı. Bu noktada da ortaya yazının başında değindiğimiz uyarlama sorunu çıkıyor. Çok karakterli ve her karakterin kendi öyküsüne, ikilemlerine sahip olduğu bir uyarlama değil de kaynak eserin çok sık rastlanmayan doygunluğu sayesinde özüne toz kondurmayacak bir film seyrediyoruz. İnsanın iyiyi ve kötüyü aynı anda içeren yapısını da tema olarak ele alan bir filmde orijinal fikrin iyi, yönetmenliğinse kötü olması ironik olmasa gerek. Zira insan doğası yapıtlarına da sirayet eder. Alan Moore’a eserlerinin filmleştirilmesi hususunda takındığı tavır konusunda hak vermek gerek; yapıtlarının tüm uyarlamaları canını sıkıyor. En sonunda da karşısına bir yapıtını, film içi soft pornografiyi imzası olarak kullanmaya çalışan, öykü içi zaman akışını bir çocuk edasıyla kullanan bir yönetmen çıktı. Buna rağmen film, Moore’un kurduğu güçlü yapı ve Rorschach rolünde Jackie Earle Haley’in karakteri nefes alacak kadar gerçek hale getirmesiyle ayakları üstünde durabiliyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.