Birçok film, içerisinde özgürlük temasını bulundurur… Bazıları onun varlığını irdeler, bazılarıysa günümüz dünyasında özgür ol(a)mayan insanların öyküsünü anlatır. İstanbul Film Festivali’nin bu yılki açılış filmi olarak izlediğimiz Welcome (Hoş Geldiniz) ikinci şıkkı seçiyor ve özgürlüğün varlığı noktasında yoksa bile olması gerektiğini söyleyerek başlıyor hikâyeye.
Filmimiz ana karakterimiz Bilal’in bir telefon kulübesinde birini ararken görmemizle başlıyor. Tabii bu da kafamızda bir soru işareti yaratıyor “Bu çocuk kim ve kimi arıyor?”.Zamanla elbette bu sorunun yanıtı alınıyor. Ama zaten bir film, cevaplarıyla değil sorularıyla öne çıktığında daha da ilgi çekici olabiliyor. Yönetmen Phillipe Lioret bu noktada, nerdeyse filmin bütününde kafamızda bir soru işareti yaratmayı başarıyor, çünkü Lioret’in filmin hikâyesi içerisinde kurduğu düzen, bazı küçük aksamalar dışında, tıkır tıkır işliyor. İlerleyen bölümlerde Bilal karakterinin sevdiği kız olan Mina için, Irak’tan İngiltere’ye doğru kaçak bir yolculuğa girdiğini öğreniyoruz; ama maalesef Bilal bu yolculuk sırasında, birçok zorlukla Fransa’ya kadar gelmeyi başarırken, sonrasında takılıp kalıyor. Çünkü Fransa’dan yük tırları içinde kaçmayı planlayan Bilal, maalesef bu konuda başarısız oluyor.
Sistem şu şekilde işliyor: Bu kaçak göçmenler, tırların içinde kafalarına birer torba geçirip nefes almamaya çalışıyorlar, çünkü gümrük yetkilileri tırların içini bir çeşit karbondioksit ölçerle tarayarak, içinde yer alan insanları tespit edebiliyor, bu sayede de torbalarla karbondioksitin dışarı çıkışı engelleniyor; ama ölenler de ölüyor. Bunu deneyen Bilal, bir türlü bu zor görevi başaramıyor.
Geriye İngiltere’ye gitmek için tek bir yol kalıyor: Manş Denizi’ni yüzerek aşmak. Elbette Lioret bütün bu öğeleri, filme çok düzenli bir biçimde yerleştiriyor. Daha filmin başında büyük bir ironi yaratıyor aslında: Nefes. Bilal nefesi yeterince güçlü olamadığı için karbondioksit aygıtına yakalanırken(ve diğerlerini de ele verirken), yine nefesin gücüyle alakalı olan, bir spor olan yüzmede çözüm buluyor. Diğer bir deyişle, nefes Bilal’in hem felaketi hem de kurtuluşa giden yolu oluyor.
Diğer ana karakterimiz Simon isimli bir yüzme hocası. Simon aslında birçok şampiyonluğu olan eski bir yüzücü; ama yıllar ondan bu gücü alınca o da ekmeğini yüzme hocalığı yaparak kazanıyor. Burada da yine bir ironi kurmuş Lioret. Yani bedeniyle yapmış olduğu bu spor ona zamanında şan-şöhret getirmiş; ama yıllar geçtikçe ne şan ne de şöhret kalmış, bunun sebebiyse vücudun eskimeye ve yıpranmaya açık olması. Yani bir açıdan Lioret’in burada yapmış olduğu şey Aronofsky sinemasındaki gibi vücut ve onunla ruhun taşıdığı ilişki üzerine eğilmek. Tabii Simon’un tek sorunu bu düşüşü değil, aynı zamanda uyuşamadıkları için ayrıldıkları eşi Marion da var sorunları arasında. Marion karakteri bir aktivist ve göçmen meseleleri konusunda da oldukça duyarlı. Simon da onun aksine bu tarz konularda “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.” tarzında bir düşünceyle yaklaşıyor olaya. Bu anlamda Marion-Simon ilişkisi de oldukça ironik bir duruş sergiliyor. Simon’ın hayatı bu ve birçok açıdan boşluklarla dolu ve boşluklar ona acı çektiriyor. Ne kimsenin hayatına ait olabiliyor ne de kimseyi kendi hayatına ait kılabiliyor. Bu sorunu bize göstermek Lioret için çok önemli bir noktada yer alıyor. Çünkü Lioret, Simon karakterine ne kadar boşluk ve aitsizlik hissi katarsa,biz Simon’un Bilal’i kabullenmesini o kadar inanılır görebiliyoruz. Bilal de birçok açıdan kendini bir boşlukta hissediyor ve aslında onun da ruhu başarıp başaramayacağı konusunda can çekişiyor.
Bayan karakterlerimize geldiğimizde cinsiyetler arası bir ayrımcılık olmasa da iki erkeğin de arzuladığı kadınlar ve onlara sahip olabilmek için yaptıkları fedakârlıklar yer alıyor filmde… Simon sevdiği kadın olan Marion için çok önemli bir tehlikeyi göze alıyor ve Bilal’e Manş denizini geçmesi için yüzme dersleri vermeye başlıyor. Kaçak göçmeni bu tarz bir macera için cesaretlendirmek duyarlılığın ötesinde çılgınca bir hareket. Simon olayların başlangıcından beri Bilal’e hep Manş’ı yüzerek geçmeyi başaramayacağını söylüyor ama yine de ona yüzme dersleri veriyor.
Marion filmin başlangıç sekanslarından birinde markete alınmayan kaçak göçmenleri görüyor ve güvenliğe bağırıyor, Simon ise sadece Marion’a “Hadi gidelim.”demekten başka hiçbir şey yapmıyor. Filmin sonlarına doğru Simon’la Marion yer değiştiriyor ve Marion artık Bilal’e yardım etme noktasında Simon’a durmasını söylüyor. Duyarlı karakterin değişimi bu anlamda çok ironik ve gerçekçi duruyor. Simon, uzun zamandan beri ilk defa, bir şeyler yaptığını hissediyor ve artık birine ait olduğunu düşünmeye başlıyor.
Mina ve Bilal’in öyküsü de bir yer değiştirmeden daha çok olgunlaşma hikayesi olarak duruyor. Bilal çocuksu bir aşkla Mina’yı arzuluyor, onun için büyük bir maceraya atılıyor ve hayatını da birçok açıdan riske atıyor. Bilal’in durumunun cinsel arzu anlamında bir aşk olmadığı bariz, çünkü insan sadece cinsel olarak arzuladığı birisi için bu kadar fazla tehlikeyi göze almaz. Bilal filmin sonuna kadar çocuk kalıyor, öldüğünde de bir çocuk olarak ölüyor Bilal: Saf ve temiz.
Mina ise babasının para sevdası yüzünden zorla yaşlı bir adamla evlendiriliyor. İşte bu noktada Mina zorla olgunlaştırılıyor ve gördüğümüz kadarıyla hep acı çekiyor.
Hikâye aslında özetle Bilal ile Simon’un arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Bilal’i ilk başta eski eşinin sempatisini kazanmak için kullanıyor Simon. Ama zamanla aralarında bir bağ oluşuyor ve Simon Bilal’e acımaya ve onu bir baba gibi sevmeye başlıyor. Lioret bunu gerçekçi bir şekilde yansıtmak için ciddi anlamda başarılı bir yol izliyor.
Filmin sonunda Bilal’in Manş Denizi’ni aşmaya çalışırken ölmesiyse, deyimi yerindeyse yüzümüze bir tokat gibi iniyor. Aslında Lioret’in Ana-karakterini öldürmesi çok büyük bir cesaret örneği, çünkü bu sayede Lioret popüler sinemadaki en önemli tabulardan birini yıkıyor, yani ana-karakterin ölümsüzlüğünü.
Finalde Bilal’in Manş Denizi’ni geçme sahnesi şimdiden sinema tarihine geçecek cinsten. Sahnede seyircisine adeta “Siz bütün bu olanlara göz yumuyorsunuz.”dercesine bize Bilal’in yüzdüğü sekansı yukarıdan geniş açıyla ve özel bir teknikle gösteriyor. Müzik de sahnenin unutulmazlığına unutulmazlık katıyor. Tematik açıdan baktığımızdaysa bu sahneyi bir çeşit arınma olarak görmemiz de mümkün. Su, sahne içerisinde bir çeşit hüzünden ve üzüntüden arındıracak bir madde gibi geliyor gözümüzün önüne. Cesaretle gerçekleştirdiği eylem sayesinde Bilal hayatını kaybediyor; ama en azından denemiş olmanın, sevdiği kişi için ölmüş olmanın mutluluğuyla ayrılıyor bu dünyadan.
Bu noktada tekrardan nefes temasına geliyor hikâyemiz. Bilal nefes konusunda sorun yaşayıp gümrükten geçemezken yine nefes konusunda yaşadığı sorun yüzünden hayatını kaybediyor. Onların ne zaman ölecekleri belli değil, pamuk ipliğine bağlı hayatları onlara bir nefes kadar yakın ve de bir nefes kadar uzak
Lioret, elini taşın altına koymaktan da sakınmıyor. Fransa’da kaçak göçmenlere ve onları evlerine alan insanlara devlet tarafından yapılanları çok başarılı bir şekilde sunuyor bize. Varolanı sinemaya aktarmak konusunda hiçbir şekilde çekinmiyor ve korkmuyor. Filmin uzun bir bölümü boyunca fransız polisi Simon’un başına bela oluyor. Evini birkaç kez basıyor ve Simon’a evini bir teröriste açmış muamelesi yapıyor. Bu sahnelerde Lioret kamerasını pek de tarafsız tutmuyor. Bilal’e karşı sempati duymamızı sağlarken, diğer taraftan polislere karşı bir antipati kazanmamıza neden oluyor. Yönetmen, bariz bir biçimde göçmenlerin tarafında duruyor.
Filme teknik açıdan bakacak olursak Fırat Ayverdi’nin Bilal performansı yeni bir oyuncu için takdire şayan. Audrey Dana ve Derya Ayverdi ise Marion ve Mina rollerinde oldukça başarılılar. Ama filmin tartışmasız en iyi performansını Simon rolünde Vincent Lindon veriyor. Lindon öyle başarılı bir şekilde karakterinin içine giriyor ki bir an bile onun o karakteri sadece oynadığını fark etmiyoruz. Simon’un boşlukları ve aitsizlik hissiyse, Lindon’un performansı içerisinde iki kat daha büyük bir gerçeklik kazanıyor.
Lioret, bazen küçük ve gereksiz oyunlara başvurması ve Mina-Bilal ilişkisinin içine çok da girememesi dışında oldukça başarılı. Filmde Bilal ve arkadaşının Simon’un evinde kalırken Simon’un madalyonlarından birinin çalınması ve Simon’un Bilal’i suçlaması gibi küçük ve gereksiz gerilimler yer alıyor. Bunun dışında filmin bize Bilal ve Mina’nın bir arada olduğu hiçbir sahne göstermemesi bu iki kişinin aşkına inanmamız açısından bazı küçük tutukluklara yol açıyor. Bu iki sorun dışında film her açıdan mükemmele yakın.
Sonuç olarak, Welcome son yıllarda ana-akım sinemanın çıkardığı başarılı örneklerden biri olmayı başaran, mesajını iletme konusunda hiçbir sorun yaşamayan, yönetmen ve oyuncularının performanslarıyla ciddi anlamda sinema tarihinde yer tutabilen bir film. Hoş Geldiniz’i kesinlikle izleyin, çünkü emin olun size kazandıracağı şeyler harcayacağınız zamana değer.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.