X-Men First Class: Devam Değil, Yeni Bir Başlangıç

Bir X-Men çizgi roman hayranı değilim, daha doğrusu çizgi romanlara erişme şansımın olmadığı bir yerde büyüdüm. Çok sonraları onlardan haberdar olduğumda artık o treni yakalama şansını kaybetmiştim. Lakin büyük bir X-Men hayranı olduğumu söyleyebilirim. Çoğu karakteri bilirim, çizgi filmlerini tekrarları dâhil onlarca kez izlemişimdir. Benzer şekilde sinemaya uyarlandığından beri serinin tüm filmlerini iyi-kötü ayrımı yapmadan izledim.

Bu filmin basın gösteriminden çıktığımda aklımda sadece tek bir soru vardı: “Bir illüzyona mı tutuldum?” . Ne de olsa son iyi X-Men filminden bu yana seneler geçmişti ve hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Bu sebeple ilk iş arşivimden önceki filmleri bulmakla başladım. Sondan başa doğru giderek, bir nevi olayları geriye sararak bu filmin yarattığı havayı almak istedim.

Merakı şimdiden tavan yapmış olanlarınız için hemen belirteyim; açık ara en iyi X-Men, X-Men: First Class olmakla beraber bir Dark Knight yok ortada.

Sona ulaşmadan önce başa dönmeye çalışalım. X-Men The Last Stand herkesin bildiği üzere serinin zayıf halkalarından birisi. Seneler boyu bekleme, yönetmen belirsizliği derken nihayetinde gelmişti (Dikkatinizi çektiyse Wolverine’e atfedilen ne idüğü belirsiz şeyi listeye almıyorum). Buna rağmen Last Stand kendi içinde hoş ayrıntılar barındıran bir filmdi lakin serinin mihenk taşlarını çok çabuk dağıtmaya çalışıyordu. Kendi kişisel görüşüme göre en büyük hatası da buydu, taşları oynatmaya çalışması, bozması ve daha da önemlisi seriyi bir belirsizliğe sürüklemesi.
Ondan evvel X2’yi izlemiştik. 2003 yılında gösterime girdiğinde Bryan Singer bir önceki X-Men’i aşabilecek mi diye herkes merak ediyordu. Beklenenden daha iyi bir X-Men filmi gördüğümüzde ağzımızın suyu akmıştı. Seriyi karakter bakımından çeşitlendiren, çok daha fazla aksiyon içeren bu ikinci film ilkinin üstüne çokça yeni şey koyuyor ama karamsar bir bitişle bizi merakta bırakıyordu.

Takvimlerimiz 2000 senesini gösterirken perdeler gerçek manadaki ilk X-Men ile şenleniyordu. En büyük eleştiri noktası kısa sürmesi olan bu filmle çizgi roman uyarlamalarında “kısmen” yeni bir sayfa açılıyordu. Ardıllarına çokça dayanak noktası bırakacak bu filmle birlikte nisbi bir karamsarlık havası yanında geliyordu. Yine de yeterli değildi. Çokça hayranı tatmin olurken, birçokları tatmin duygusunun yakınından bile geçmemişti.

Uzun zamandır serinin nasıl devam ettirileceği, Bryan Singer’ın yönetmen koltuğuna geri oturup oturmayacağı, hangi karakterlerin ele alınacağı gibi onlarca soru, merakla beklenen devam filmi için soruluyordu.

Geçtiğimiz sene ortaya çıkan ayrıntılarla birlikte serinin devam ettirilmeye çalışılması yerine, köklere dönüleceği bir nevi yeni Bond veya Batman havası yaratılacağı açıklandı. Vee… Senelerimiz 2011’i gösterirken başlangıç noktasına dönerek köklerinden güç almayı deneyen yeni model X-Men filmimiz X-Men: First Class gösterime giriyor (3 Haziran).

Filmin kısaca konusu şu şekilde; Charles Xavier (James McAvoy) şüphe duysa da kendisini dünyadaki tek mutant sanmaktadır. Bir gece uyandığında evlerindeki davetsiz misafir Raven/Mystique (Jennifer Lawrence) birlikte koca dünyada yalnız olmadığını öğrenir. Hayatı bu andan itibaren tamamen mutasyon ve mutantlar üzerine çalışmakla geçecektir. Erik Lehnsherr/Magneto (Michael Fassbender) Nazi toplama kampı Auschwitz’de güçlerinin farkına varır ama sevdiklerini kurtarmaya gücü yetmez. Onu bu kötü duruma sürükleyen isim ise Sebastian Shaw (Kevin Bacon)’dır. Mutasyon, mutantlar ve arı ırk üzerine çalışmalar yapan Shaw’ın hayattaki nihai amacı çok daha büyüktür.

Aradan geçen yıllar neticesinde Profesör X. ve Magneto’nun yolları, bir CIA operasyonu sırasında kesişir. Bu aşamadan sonra soğuk savaşın tüm yükü bu ikilinin omuzlarının üstüne binecektir. Amaçları doğrultusunda yollarını çizmeye çalışan bu ikiliye ise; kimliğini ve farklılığını sorgulayan Mystique-Hank McCoy/Beast, güçlerinin yenice farkına varan ve onları kullanmayı öğrenen Banshee, Darwin, Havok ve Angel Salvadore/Tempest eşlik edecektir.

Sebastian Shaw ise gücüne Riptide, Azazel ve Emma Frost (January Jones) ile güç katmış bir şekilde nihai amacına doğru tam gaz ilerlemektedir. X-Men ekibi dağılmadan bunu engellemeye muktedir olabilecek midir?

Karakter sayısı fazla olduğundan konu dağınık görünüyor ama öyle çok katmanlı bir yapı söz konusu değil. Güçlerini tam manasıyla anlamaya çalışan, sıfırdan yaratılan karakterler olduğundan her şey sere serpe göz önüne seriliyor. Ana karakterlerin (Shaw hariç) gelişimleri oldukça yeterliyken biraz aykırı olduğunu da kabul etmek gerekiyor.
Özellikle Prof. X.’in durumu ve Raven’ın durumu bu karakterleri bilen izleyicinin algı sınırını biraz zorluyor ve itici geliyor. Yine de buna alışıldığında ortada büyük bir sorun kalmıyor (James McAvoy’un başarısıdır bu).

Magneto ise her zamanki gibi müthiş. En derin altyapıya sahip karakter olarak tüm filmlerde onu görmüşümdür zaten hep. Diğer yan karakterler ise filmde çok öne çıkmıyorlar. Onların potansiyellerinin farkına varıyor olmamıza rağmen altyapılarına dair bir şey öğrenemiyoruz.

X-Men: First Class Fragman
[flashvideo image=http://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/hphotos-ak-snc6/250969_205354762833908_112083142161071_493934_2150535_n.jpg file=http://www.ipreview.ca/media/trailer/video/X_Men_First_Class_International_Trailer_MPEG4Large_BA.mp4 /]

Filmin en büyük artısı kanımca yönetmeni, Matthew Vaughn. Sınırlı filmografisine rağmen (Layer Cake, Stardust ve Kick-Ass) her işiyle konuşulmayı başaran bu isim imkân verildiğinde daha da ileri gidebileceğini gösteriyor ve ne kadar önemli bir yönetmen olduğunu herkese gösteriyor. Tempoyu ayarlaması, kamera kullanımı ve aklınıza gelebilecek birçok konuda kendisine olan güveni boşa çıkarmıyor. Misal çoğu kişinin yapmayacağı bir şeyi yaparak, ilk filmin girişi olarak kullanılan Magneto’nun Auschwitz sahnesini yeniden canlandırıyor. Perdeye o sahne yansırken, eski görüntüler mi kullanılmış diye düşünürken ayrıntılarla birlikte sahnenin yeniden canlandırıldığını anlıyorsunuz.

Bu sahneyi kopya olarak görecek olanlar olacak olsa da hikâyenin devamlılığı açısından ne kadar önemli olduğunun bilincine varacaklardır. Burada yönetmenler arası fark anlaşılıyor. Bryan Singer daha karakter odaklı çekmişken sahneyi, Matthew Vaughn ortam odaklı çekiyor. Karamsarlık veya karanlığı açısından aralarında büyük bir fark olduğunu söylemek mümkün değil.

Yönetim bu denli iyi ayar tutturmuşken senaryo açısından aynı şeyi söylemek çok doğru değil. Karanlık ile aydınlık arası bir hava söz konusu. Özellikle bazı sahnelerde ortaya çıkan bu durum filmi daha eğlenceli kılmak isteyen senaristlerin saçmalamalarından oluşuyor. Yine de akıştan çok fazla kopmayıp (yönetmen farkı) rayına oturmasını biliyor. Eğlenceden dem vurmuşken bazı esprilerin kahkaha attırdığını söylemem lazım (daha önceki filmlerde görmediğim bir şey).

Buna rağmen herkesçe gereksiz bulunacağına emin olduğum Moira MacTaggert (Rose Byrne) karakterini ne için filme yerleştirdiklerini anlamak zor. Hele ki bu karakterin önceki filmle kesişiyor ve hatta çarpışıyor olması kafayı feci karıştırıyor. Daha önce mutant alanında önemli bir doktor olarak tanıdığımız karakterimiz şimdi ise bir CIA ajanı. Ne alaka dediğinizin farkındayım. Ben de aynen öyle dedim.

Müzikler ve ses alanında harika iş çıkarılmış. Ortama girmeye oldukça etkileri oluyor. Ses miksajının kimi sahnelerdeki etkisi muazzam (sinemada izlemek için bile bu bir sebep).

Oyunculuk açısından en parlak performansı şüphesiz Magneto’ya can veren Michael Fassbender sergiliyor. James McAvoy zor bir rol olan genç Xavier konusunda oldukça başarılı ve sırıtmıyor. Aynı şeyleri Raven gibi bu filmde anlatıma etkisiz ama alt metinde etkili karaktere hayat veren ve çok beğendiğim Jennifer Lawrence için söylemek çok zor. Kırılgan ve kafası karışık bir karakter için yanlış tercih olduğunu düşünüyorum. Üstelik Raven’ın o tüm seri boyunca alıştığımız kadınsılığından hiçbir eser barındırmaması erkek hayranlarını üzecektir.
Sebastian Shaw ve arkasında yatan felsefe, tam anlamıyla seyirciye geçemiyor. Motivasyonunun sebebi çok belirsiz olmasına rağmen Kevin Bacon rolünün hakkını veriyor. Ne zaman ki söylevleri belli bir yerden sonra başka bir kahramanla kesişmeye başlıyor o zaman daha (s)empatik gelmeye başlıyor.
Karakterler açısından en farklı tadı hiç konuşmayan ama oldukça önemli yer edinen Azazel olarak görmek yerinde olacaktır. Nightcrawler’ı oldukça andıran (sebebini bilen biliyor) bu karakteri sevmemek için bir sebep göremiyorum. Üçüncü filmde tadına doyamadığımız gibi bu filmde de onun bulunduğu dövüş sahnelerine doyamadım.

Verilen mesajlar oldukça doğru ve yerinde. X-Men serisinin sürekli yinelediği; farklılıklar kötü değildir, değiştirilmeden tekrar edilmiş. Belli bir kötü içermemesi, filmin en büyük artılarından birisi. Amerikan hegemonyasından net bir şekilde söz edemiyor olmak da bir diğer artısı.

Yine de yazının ortasında dile getirdiğim gibi bir Batman/Dark Knight veya yeni nesil Bond değil ortadaki iş. Onlara oldukça yakınsak olsa bile geniş kitlelere ulaşmak adına Fox tarafından yapılan bazı bilinçli tercihler onların mertebesine erişmesine engel teşkil ediyor (kan ve şiddet). Bundan daha iyi bir X-Men, Fox çatısı altında biraz zor çıkar kanımca.

Neticede filmi oldukça beğendim. Bitmesini istemedim, üstelik süresine rağmen (132 dakika) bir an olsun gözümü perdeden ayırıp saatime veya etrafıma bakmadım. Derin bir yapı oluşturulmamış olmasına rağmen temponun düzgün ayarlanmış olmasıyla oldukça iyi bir seyirlik ortaya çıktığını kabul etmeliyim. Bryan Singer hayranları belki üzülecektir ama Matthew Vaughn ile başlayan bu yeni seriyi daha çok beğendiğimi itiraf etmem gerekiyor.

En az benim kadar heyecan duymanızı ve eğlenmenizi umarım. İyi seyirler dilerim.

Filmin sonuna dair not: Filmin sonunda bir Marvel güzelliği olduğu duyumlarını almıştım ve alıştırdıkları için gelecek filmlere dair ilgi çekici kısa bir şey görmeyi umuyordum ama bu umudum boşa çıktı. Demem o ki boşuna bir şey çıkacak diye beklemeyin, şapkadaki tavşanı yemişler.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın