You Were Never Really Here: Belki de Bir Gün Nefes Alabildiğimiz Güzel Bir Güne Uyanabiliriz


Joaquin Phoenix…

Bir tetikçi için en iyi şey işini yapıp kulaklarını kapamaktır. Joe ise kurallarına göre oynamayı sever. Geçmişin dizginlediği şiddet iklimi gözlerini her kapadığında yanındadır. Nefes almak bu yüzden anlamsızdır. Gördüklerimiz aklımızı kaybetmemize yol açan kamburumuzdur. Bu yüzden aklımıza yerleşen travmalar bizi ince bir iplikle bağlıymışçasına yok olmaya çağırır. Yok olamazsınız, sadece yok olmayı dilersiniz.

Gördüklerimiz ruhumuzu yok eden virüstür. Masumiyetin sonsuza kadar kaybedilmesi lanetimiz olmaya başlar. Vücudumuzdaki yaralar bu yüzden kimliğimizdir. Nereye gidersek gidelim yanımızdadırlar. Aile içindeki şiddet, açlığın çaresizliği, özgürlük adına katlanılan eziyetler ve dünyanın cehenneme benzeyen karanlık tarafı… Gözlerimizşin ateşle yanmasının yegane sebebidir.

Gördüklerimizden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. O an içimizdeki benlik yok olup gider. Geriye öfke, nefret, yalnızlık, ölümden korkmamanın getirdiği ölümsüzlük hissi… Bu bizi belki de yenilmez kılandır. Doğru nedir? Ya da herkes pisliğe mi batmıştır? Yeterince kan döküldüğünde masumiyetin üzerine bulaşan pislik temizlenebilir mi? Joe kaybolduğu hiçliğin içinde gözlerindeki eski parlaklığı bulabilir mi?

Lynne Ramsay…

You Were Never Really Here travmatik bir karanlığın tablosunu çizer. Acıyla dolu bir geçmişin sessiz haykırışını… Çürümüş adaletin nereye kadar düzelebileceğini tahmin etmeye çalışır. Bu yüzden Joaquin Phoenix karakterinin içinde kaybolur. Nefesini tutar, bırakır. Nefesini tutar, bırakır. Gözlerini her kapattığında heba edilenleri, çekilen çileleri hisseder. Çünkü kaybolan benlik, şiddetin kanatlarında kalbinin atmasını sağlar.

Lynne Ramsay kötülüğün en olgun halini, en yıkıcı halini önümüze serer. Kötülüğü kötülük ancak yenebilir. Bu yüzden bir celladı melek yerine koyar. Adaleti sağlayan bir kahraman konumuna oturtur. Kafamızdaki kaybolmayan sesleri, çığlıkları, ölüm kokusunu, nefretin acımasızlığını şiirselleştirir. Kaybetmeye başladığımız aklımızın gelgitlerini odalarda dolaşan amaçsız hayaletlerden biriymişiz gibi irdeler.

Jonny Greenwood…

Basit deme, basit deme! Hayat basit değildir. Joe’nun yaşadıkları basitin yanından bile geçmez. Yaşadıklarımız bazen unutmak istediğimiz hikayemiz değil midir? Biz unuturuz, onlar unutabilir. Peki Joe unutabilir mi? O unutursa, o çocukları kim hatırlayacak peki? İçimizde uzun zaman önce ölen ve çürüyen çocuğa rağmen başka kim hayatta kalabilir ki?

You Were Never Really Here bu yüzden hipnoz edicidir, hırpalıyıcıdır. Yapıbozumcu bir kurgunun geçmişle günümüz arasındaki sıkışmışlığını konuşmadan, görerek betimlemeyi tercih eder. Çünkü gördüklerimiz bizi yok edendir. Yaptıklarımız umutsuca çırpındığımız tedavimizdir. Bu yüzden nefesimizi tutarız, bırakırız. Nefesimizi tutarız, bırakırız. İyileşmeyecek yaralarımızın yok olmasını dileriz. Beynimiz mutlu bir an arar. Belki de o an şu andır. Ya da hiç olmamıştır. O an kendimizi görürüz. Asla gerçekten burada olamamışızdır.


Leave a Reply