Günebakanları hep kendimle özdeşleştirmişimdir… Gece boyunlarını bükerler; sonra sabahın ilk ışıklarıyla biri onlara “başın öne eğilmesin” der. Güneş ve sevgi görünce hemen doğrulturlar kendilerini… Gişe memurunu sürdükleri gişenin çevresinin günebakanlarla dolu olmasının bir nedeni de bu olabilir mi diye düşünmedim değil doğrusu…
Çağan Irmak’ın Karanlıktakiler filmindeki sorunlu anne-oğul ilişkisine benzer bir şekilde Tolga Karaçelik’in Gişe Memuru filminde de bir baba-oğul ilişkisi görmekteyiz. Aslında açık söyleyeyim; film hakkında öncesinden çok detaylı bilgim yoktu; sadece ödül aldığını ve izleyenlerin çok beğendiğini duymuştum. Bir gişe memurunun tekdüze yaşamını izleyeceğimizi düşünüyordum. Ama film ikinci yarısından itibaren psikolojik bir dram havası vermeye başladı. İlk sahneden itibaren başroldeki Kenan’ın içine kapalı, az konuşan, hayata karşı küslüğü olan biri olduğunu fark ettik evet ama sanki sonunda bizi şaşırtmaz diyordum. Babasına bakıyor oluşu, gişelerde yoğunluk olduğu zaman hemen “ben giderim” demesi, otuz beş yaşında bir bekar olması, insana ister istemez; “Yazık, şu hayatı bir düze çıksa” dedirtiyor ve sonunda da bunu bekliyor izleyici.
Monoton bir hayatın anlatılacağını düşündüğümüzde; meslek olarak gişe memurluğunun seçilmesi çok yerinde bir karar. Aslında ben çocukken o işi hiç monoton bulmazdım; arabamızla o gişenin yanına geldiğimizde, vay be derdim, bu amca bize izin vermezse, paramızı ödeyemezsek geçemeyiz diye düşünüp heyecanlanırdım. Sonra memurlar kalktı ve biz makinelerle iletişim kurmaya başladık. Yeri geldi beceremedik, öndeki arabadan kartlar istenir oldu vs. Demek ki kapitalizmin iyi bir şey olmadığını bu küçük örnekte bile anlayabiliyoruz. Ama filmi izledikten sonra gişe memurunun da tüm gün paralarla haşır neşir olduğunu; otomatiğe bağlamış bir şekilde bir pencerenin dışına bir önündeki kasaya baktığını ve geçen arabaların içindeki yol hikayelerine dahil olmak istediğini görünce, demek ki onların da işleri bir heyecandan fazla sıkıntıya sahipmiş dedim. Küçüçük bir kabinin içinde tüm gün insan ne yapabilir ki; aslında bir nevi hapishane odasında tüm gününü geçirmek gibi. Özellikle ruhsal durumundan dolayı Kenan’ın “sürüldüğü” yeni gişesinin konumunu düşünürsek…
Gişe Memuru’nun ışığıyla, görüntü yönetimiyle, müziğiyle bu duyguyu derinden hissettirdiğini söylemeliyim. Özellikle film boyunca düşmesini beklediğimiz meteor yerine düşen nesnenin görüntüsü; Kusturica’nın Kara Kedi Ak Kedi filmindeki arazinin ortasında asılı nesneler sahnesindeki rengi ve gerçeküstücülüğü hatırlattı.
Babasının ve “mahallelinin” evlenmesini beklediği kızımız Nurgül’ün oyunculuğunda öyle aman aman takdire şayan bir durum göremedim. Kendisinin her filminde ayrı bir karaktere başarıyla büründüğünü düşünüyorum evet ama bu normal. Adamımızın aşık olduğu ve bizi de gerçekten birlikte olacaklarına dair büyük umutla inandırdığı ve oyuncu listesinde isimsiz olarak “kadın” diye yazan karakteri oynayan Nur Aysan’ın doğal başarısının altını çizmek gerek. “Ben Hüseyin” dediği anda ağlanacak halimize gülmemize neden olan Nadir Sarabacak’ı da unutmamak gerek. Kenan’ın çocukluk arkadaşı olan berber rolündeki Sermet Yeşil’i gözüm bir yerden ısırıyor deyip durdum ve eve gidip bakınca Kosmos rolünde oynadığını hatırladım. O rolle kafamda o kadar bütünleşmiş ki; onu böyle normal bir adam rolünde görünce şaşırdım, bu başarısından dolayı tekrar tebrik etme ihtiyacı duydum.
Açıkçası sonunda da Hollywoodvari olağanın ötesinde bir mutlulukla bitmemesine sevindim. Çünkü bizi anlatan öyküler gerçekten de bu gerçeklikle bitiyor… Bu hafta bir ABD yapımı film daha izlemiştim; “Dan in Real Life” (Şamaroğlanı adıyla çevirilmiş). O filmde de ailesi tarafından eleştirilen, hayatını bir kadınla birleştirmesi beklenen orta yaşlı bir adamın hikayesi vardı; ama orası bizim topraklar değil ya; adam hemen mutluluğu buluverdi! Aslında adamın bir gazetede köşe yazarı olması, içli biri olduğunu düşündürmüştü ama filmin geçtiği tatil süreci boyunca içli biri olarak hiç yazı yazmaması, gerçekliği kırdı. Bizdeki çoğunluğun aksine baba olarak çocuklarına bakıyor olması ve kardeşinin sevgilisine aşık olmamasının sonunda da olsa kabul görmesi, biraz sıradanın dışında bir film izlediğim kanısına kaptırdı. Ama sonuçta herkes istediğini aldı.
Gişe memurumuz ise, her gün giydiği aynı giysilerle, çalışmayan ve babasının yaptırmasına izin vermediği eski model arabasıyla, içinde yaşamak istemediği annesinin acılarını hatırlatan eviyle bizi düşündürdü film boyunca. Gördüğü yüzlerce arabanın içindeki yüzlerce farklı kişiye, hikayelerinin ne olduğunu; nereden gelip nereye gittiklerini bilmeden aynı cümleleri kurup durdu. “Kartınızı alayım. Şu kadar lira, bu kadar lira…” Dram dozu ikinci bölümde biraz bizi gerse de; takdir ettim. Son dönem türk sinemasında psikolojik işlemelerin bol olduğu; giriş gelişme sonuç tarzındaki senaryo kurgusundan ziyade geri dönüşlerle kişiyi anlamamızı sağlatan film örgülerini takdir ediyorum. Şaka maka senaristler de bu işi başarıyor. E biz de Türkiye halkları olarak sorunlu bir toplum içinde yaşamıyor muyuz, kendimizi bu kadar iyi anlatmamızın nedeni bu olsa gerek…
Bu arada kartlı sisteme geçildikten sonra nakit gişelerinde görev yapan tüm o memurlara ne oldu sahi?