Zamanının Ötesinde 10 Film Sahnesi

Bir şarkıyı nakaratıyla, ya da tamamıyla hatırlayabilirsiniz. Birkaç tekrar sonucu ise tüm şarkıyı ezberden okuyabilirsiniz. Bir resmi hafızanıza kazıyabilir, biraz da yeteneğiniz varsa yeri geldiğinde ortaya orijinaline sadık bir imitasyon çıkartabilirsiniz. Filmlerde durum genelde böyle işlemez. Bir filmin bütününü hatırlamanız neredeyse imkansızdır. Aklınıza sadece sahneler gelir, hafızanıza yer etmiş binlerce görüntüden, o filme ait olanları seçmenize yarayacak kadar özgün sahneler. Bir sahnenin eşsizliğiyle akılda kalıcılığı her zaman doğru orantılı olmuştur. Hele ki o sahne, daha sonra nicelerinin takip ve taklit ettiği bir çığırın üzerindeyse, unutulmazlık kişiden çıkar, sinema tarihini de kapsar.

Daha önce yapılmamışı yapan, döneminin klişelerinin dışına çıkan (hatta yer yer klişe yaratan) sahneler de bir sinefilin gözünü kapattığı anda önüne gelen görüntülerin arasına girmekte zorlanmayacaktır. Ben de gözlerimi kapattım, ve aklıma gelen önemli sahnelerden, 10 parçalık bir liste yaptım. وليام هيل Sinema tarihinde akranlarından farklı duran, dönemini aşan ve sonrasında nicelerini etkileyen sahnelerin bir kısmı, önemsiz bir sıralama eşliğinde şimdi karşınızda.

10 – “Balıkların Rengi” –Rumble Fish (1983)

Francis Ford Coppola’nın 70’lerdeki efsane döneminden sonra çektiği filmlerin en iyisi kabul edebileceğim Rumble Fish’te, renkleri göremeyen “Motorcycle Boy” karakterini, kardeşi Rusty James ile birlikte filmin merkezine koyan usta yönetmen, filmi de Mickey Rourke’un oynadığı karaktere ithafen siyah beyaz çekiyordu.

Kariyerinin en iyi işini çıkartan Mickey Rourke’un, kısık sesle konuşan ve filmin ses ekibini bile bezdiren karakterini, bir sahnede kardeşiyle birlikte balıklara bakarken görüyoruz. Motorcycle Boy, kardeşine, filme adını veren siyam balıklarını anlatıyor. Karşılarına bir ayna tutulduğu anda aynadaki yansımalarına saldırmaya başlayan siyam balıkları, tamamı renksiz olan filmde renkli olarak görebildiğimiz yegane öğe. Sembolizmi çok da derinlere inmeden, başarıyla kullanan filmdeki bu renk hamlesi, o dönem için hiç de alışılagelmiş bir şey değildi. Hatta çoğu seyirci filme karşı hoşnutsuzluklarını yüksek sesle dile getirmekte bir beis görmüyordu. Ancak Coppola’nın bu renk oyunu yıllar içerisinde değerlendi ve bugüne dek onlarca benzerini gördüğümüz bir sinema trüğü halini aldı. En başarılı örneklerinden biri ise 10 yıl sonra, Steven Spielberg filmi Schindler’s List’te görülecekti.

[flashvideo file=http://hdfragman.com/bakiniz/rumble-fish.flv image=http://fbcdn-sphotos-a.akamaihd.net/hphotos-ak-ash4/402169_10150462583186860_261778841859_9225937_440887287_n.jpg /]

9 – “Dolly Out , Zoom In” – Vertigo (1958)

Dolly out, zoom in, sinemada kamerayı kaydırmanın demode olduğunu ve zoom tekniğinin yeni trend olarak görüldüğünü belirten magazinel bir tamlama değil. Başlı başına bir sinema efekti kaynağına tekabül ediyor. Belli bir düzlemdeki kamerada, altındaki düzenek (Dolly) geri doğru hareket ettirildiği sırada, ileri doğru zoom yapılması (ya da ikisinin de tam tersi) sonucu elde edilen baş döndürücü görüntü, Dolly out, zoom in’in muhteviyatını oluşturuyor. Dolly out, zoom in, bu tekniğe verilen isimlerden sadece biri. “Vertigo effect”ten “contra-zoom” a kadar yirmiye yakın isimle anabiliyoruz bu efekti.

1958 yılında, Alfred Hitchcock Vertigo filmini çekmekle meşgulken, kameraman Irmin Roberts söz konusu tekniği buluyor ve Hitchcock, kahramanının yükseklik korkusunu vurgulamak için filmde bu yöntemi birkaç kez kullanmaktan çekinmiyor. Her ne kadar filmdeki toplam süreleri 10 saniyeyi geçmese de dolly out, zoom in sevdası yönetmene 19.000 dolara patlıyor. Sinema tarihine yaptığı etkiyi düşündükçe, her kuruşuna değer.

8 – “Odessa Merdivenleri” – Bronenosets Potyomkin (1925)

Sergei Eisenstein imzalı Potemkin Zırhlısı, özellikle kurgu alanındaki çarpıcılığıyla bugün bile sinema sohbetlerinde 90 dakika görev alabilen mühim bir eser. İçeriği zaman zaman tartışma konusu olsa da anlatımına söz etmenin çarpılmakla eşdeğer olacağı filmin bu alandaki tepe noktası ise elbette ki Odessa merdivenlerinde geçen olağanüstü sahne.

Bugün filmin diğer adı olarak da anabileceğimiz Odessa merdivenleri sahnesinde, Eisenstein, çarlık askerlerinin merdivenlerde toplanan halkın üzerine kurşun yağdırması sonucu oluşan vahşeti son derece hızlı ve keskin şekilde aktarıyor, ve soluksuz izlenen bu uzun sahneyi merdivenden kayan bebek arabası gibi unutulmaz detaylarla taçlandırıyordu. Yaratılan ortam, akış ve kurgu itibariyle benzersiz olan bu sahne, The Untouchables’tan Naked Gun’a kadar tonca filmde hatırlanmıştı.

7 – “Ayın Gözüne Roket” – Le Voyage Dans La Lune (1902)

Birçok sinema takipçisine göre yedinci sanatın asıl mucidi olan George Melies, sinema tarihinin muhtemelen en hevesli yönetmeni olarak filmlerinde onlarca yeniliğe yer verdi, birçok türün ilk örneklerini sinema dünyasına kazandırdı. Yaptıklarına genel bir bakış için Ijon Tichy’nin hazırladığı muhteşem dosyaya bakınız.

Melies’in bu eşsiz filmografisinde en özel yerlerden biri ise 1902 tarihli Le Voyage Dans La Lune’a ait. Sinema tarihine birçok ilk kazandıran filmin bugün hala unutulmayan sahnesinde ise aya yollanan bir roket (aslında topla fırlatılan bir uzay gemisi) ayın, daha doğrusu ay yüzeyini kaplayan suratın gözüne giriyor. Yönetmenin yaratıcılığını konuşturduğu onlarca sahneden biri olan bu klas hareket, (tıpkı mantara dönüşen şemsiye gibi) filmi 110 yıl sonrasında bile unutulmazlar arasında tutmayı başarıyor.

6 – “Tahterevalli Ev” – The Gold Rush (1925)

Charlie Chaplin’in sinemasında sempati, güldürü ve hiciv kelimeleri o kadar ön plandadır ki, filmlerinin ilham verici teknik meziyetleri yer yer sadece değini seviyesinde ele alınır. Oysa Chaplin’i en büyüklerden biri yapan, sinema teknolojisini de en az vücut dili kadar etkin kullanmasıdır.

1925 tarihli “Altına Hücum” filmini hatırlarken de, hafızalara öncelikle enfes ayakkabı yeme sahnesi ve açlık sonucu koca bir tavuk olarak gözüken Chaplin takılır. Ancak en az bunlar kadar önemli olan bir sahne de, fırtınada uçurumun kenarına gelen ev sahnesidir. تنزيل العاب اندرويد Rüzgarın etkisiyle yerde sürüklenerek uçurumun kenarına gelen ve taşa takılan bir ip sayesinde tam uçrayken tahterevalli gibi bir aşağı bir yukarı sallanan ev, yönetmene hem slapstick komedi yeteneğini sergileme hem de parmak ısırtacak bir heyecan fırtınası yaratma şansı veriyordu. O dönemde basit kamera ve maket numaralarıyla da “yedirilebilecek” bir sahne için yapılan bunca çaba ve oluşan gerilim dolu gerçeklik hissi alkışı hak ediyor.

5 – “Oracıkta Flashback” – Annie Hall (1977)

Üretkenlik açısından herhangi bir otomotiv fabrikasıyla mukayese edebileceğimiz Woody Allen’ın sinemasını (en azından 2005’e kadar olan dönemini) çok kaba hatlarla da olsa üçe ayırmak mümkün; dalak patlatan dahiyane komediler dönemi, hayatın ciddiyetinin farkına varan oturaklı düşünceler dönemi ve bol karakterli derin güldürüler dönemi. Tüm bu sınıflandırmaları hem elinin tersiyle iten, hem de temel özelliklerini barındırarak bileşkesini oluşturan filmler ise Allen’ın uzun kariyerinin zirve noktalarını oluşturdu. Bunlardan birisi 1983 tarihli Zelig ise, diğeri de 6 yıl öncesinde çekilen Annie Hall idi.

İnsanın hayatındaki ebedi sorunların birden fazlasına değinen filmde Allen, birçok çılgın anlatım denemesine de başvuruyordu. Bunların en çarpıcılarından biri ise sahne değişmeden yapılan flashbackti kuşkusuz. Annie ve Alvy ikilisinin, Annie’nin geçmişteki sevgilisi Jerry’yi hatırlamalarını flu bir ekranla geçmişe giderek değil, bizzat oracıkta görerek yaşıyorduk filmde. Alvy’nin (Allen) canlı yorumları da eksik olmuyordu. Karakterinin ilişkilerde gösteremediği cesareti, klasik anlatım yollarını yıkarken gösteren Allen’ın bu hamleleri sadece zamanının ötesinde olmakla kalmıyor, sinemada farklı olanı kutsayan yönetmen adaylarının ağzının sulanmasına da yol açıyordu.

4 – “Gözü kestirmek” – Un Chien Andalou (1929)

Bir müziksever için 1976 yılında Paul Simon ve George Harrison’ı aynı sahnede Here Comes The Sun söylerken izlemek, bir basketbolsever için 1992 yılında Magic Johnson’ın Michael Jordan’a pas çıkarışına tanık olmak ya da bir hırgürsever için 2011 yılında Adnan Aybaba, Rasim Ozan Kütahyalı ve Ahmet Çakar’ı aynı programda bağrışırken gözlemek hayat boyu unutulmayacak özel anlara tekabül eder. Aslen aynı sahanın topçusu olmayan iki efsanevi ismi, Salvador Dali ve Luis Bunuel’i bir araya getiren Un Chien Andalou‘da ise sanatseverlerin tanık olabileceği en ilham verici birlikteliklerden biri sergileniyordu.

İzleyicilerine gerçek şaşırma deneyimleri yaşatan filmde, henüz ilk sahnelerde elinde usturasıyla bir adam görüyor, ve adamın önünde oturan kıza usturayla ne yapacağını merak ederiz. Derken adam kızın gözüne göz diker, o anda ayı görürüz, ince bir bulut süzülerek ayı keser, adam da usturayla kadının gözünü.

Endülüs köpeği, bugün dahi şaşırtan ve tartışılan bir film. Azılı hayranlarının yanısıra filmi beğenmeyenler ve sürrealizmin krallarının her şeyden çok gömlekle pantolona ihtiyacı olduğunu savunanlar da mevcut. Ancak zamanındaki gösterimlerinde Bunuel’in her an filmden tiksinen birilerinin saldırısına uğrama korkusuyla cebinde taş taşıyarak bir köşede saklanma boyutunda olduğunu dile getirirsek, filmin en azından kendi zamanının neresinde olduğunu daha net göstermiş oluruz.

(01:30 itibarıyle)

3- “Durdurun ve döndürün dünyayı” – Matrix (1999)

Hikayeyi bileniniz vardır. O güne dek en büyük başarıları Assassins isimli bol starlı vasat aksiyonun senaryosunu yazmak olan Wachowski kardeşler ellerinde devasa bir projeyle yapımcı şirketin kapısını çalar. Proje o kadar külfetli, aynı zamanda o kadar parlaktır ki, şirket hem filmi yapmak ister, hem de tecrübesiz iki kardeşin filmi kotarabileceklerine güvenemez. Derken ekip 1996 tarihli benzersiz kara filmlerden Bound’ı çeker. Şaşırtıcı, tarz sahibi ve cüretkar Bound filmi ile yapımcıların gözüne giren kardeşler, orada da müjdesini verdikleri numaralarla Matrix filmini dünya sinemasının fenomenlerinden biri haline getirirler.

Filmin en cazip yerleri ise kahramanlarımızın tehlike anında adeta zamanı dondurduğu, kameranın ise bu donma anında çevrede bir tur atarak gözlere ziyafet verdiği anlardan oluşur. İzleyeni anında büyüleyen ve hafızalara ölümüne kazanan Bullet time teknolojisi de bu filmle birlikte sinema dünyasına ve popüler kültüre hediye edilmiştir. Öyle ki 2004 yılındaki Porto ve Monaco arasında oynana Şampiyonlar Ligi final maçında bile bu teknoloji kullanılmış ve futbolseverler sahanın dört bir yanına yerleştirilen onlarca makine sayesinde Alenichev’in 75. Dakikada attığı golü sahanın her açısından yaşayabilmişti.

2 – “80 Saniyede Devr-i Alem” – Hellzapoppin’ (1941)

Yüz yılın en kadri bilinmemiş, en “itibarının üzerine yatılmış” filmlerinden birisi Hellzapoppin’. Kıymetinin nedeni ise hayat üzerine ciddi sorular soran derin bir film olması değil, bilakis çılgınlıkta sınır tanımaması, sinema adına yapılan onca deneyle bir laboratuvar ortamına meyletmesi. Film boyunca sıklıkla patlayan bombalardan en sevdiğim ise, bir senaryo tartışması içinde setler arasında gezen yapımcıların her girdikleri sette ortamın kılığına büründükleri kısacık sahne. استراتيجية روليت Hem geçişleriyle kafa açan hem de esprileriyle absürd komedide tempo dersi veren sahne, yine kurs niteliğinde bir göndermeyle bitiyordu.

(07:40 itibariyle)

1 – “Filme Giren Adam” – Sherlock Jr. (1924)

Sherlock Holmes ismi Guy Ritchie’nin başını çektiği yeni bir kadroyla tekrar sinema dünyasına hal hatır sormaya başlamışken, The General ile birlikte en iyi Buster Keaton filmlerinden olan Sherlock Jr.’ı en efsanevi sahnesiyle hatırlatmak boynumun borcu. Buster Keaton’ın slapstick komedinin standartlarıyla oynadığı, sessiz film dünyasının çeperini yokladığı filminde, izlemeye doyulmayan onlarca sahnenin arasında karları en fazla temizleyen sahne, bir sinema salonunda geçiyordu.
Sinemada film izlerken bir hışımla perdeye yürüyen Keaton, bir anda perdeyi delip kendisini filmin içinde buluyor, ve atılmasına rağmen ısrar edip tekrar içeri girince kendisini sinemanın engin dünyasında biçare hale geliyordu. Tamamını izlemeyi önerdiğim Sherlock Jr filmini bir kenara koyarsak, filme dalan karakteriyle bir sahneye üç filmlik esin sığdırıyordu Keaton usta. Son olarak, Buster Keaton ve Charlie Chaplin gibi iki büyük ustayı ayrı ayrı taltife doyurmak yerine, kendilerini ısrarla mukayese şemsiyesi altında ele almak şu sinema aleminde yapılacak en boş zihin uğraşlarından biridir bence.

Yorumlar

Bir cevap yazın